23 Aralık 2010 Perşembe

YEMEK HİKAYELERİ 2

Bir önceki yazımda Auguste Escoffier denen, bence tarihin ilk gurmelerinden birinden sözetmiştim. Bu amcanın, her ne kadar insanlık yararına büyük bir keşif yapanlara verilen nobelvari bir ödül almamış olsa bile, ''et suyunu'' bularak (ama bildiğiniz gibi değil!), mutluluk adına çok büyük bir adım attığı söylenebilir.

Escoffier öncesinde yemek pişirmek simya gibi bir şeyken, pozitivizmin son demlerinde ve insanların en çok rağbet ettiği kitaplar bir anda ansiklopedilere dönüştüğünde, bu modanın heyecanına kapılan Escoffier de, yeni bir mutfak bilimi kurmak adına kolları sıvamış. ''Le Guide Culinaire'' (Mutfak Rehberi) (1903)  adlı kitabında, uzun uzun o güne kadar neredeyse her fransızın yemek yaparken kullandığı bildiğimiz et suyunu bambaşka türlü tarif etmiş.
 
Bu genel anlamda o güne kadar herkesin çöpe attığı sebze ve et artıklarından yaklaşık 10 saat civarı bir muamele ile yaratılan bir şahesermiş. Duyuları ile yemek yapan bu gurme, yemek tariflerinde etin nasıl cızırdaması gerektiğini bile tarif etmiş. Daha sonra pişirdiği etlerin tavada kalan kalıntılarına et suyu dökerek, onları ''deglaze'' eden ve böylece müthiş soslar için baz oluşturan Escoffier, L-glutamat'ın L'sinden haberdar olmadan bu tadı sezmiş, onu tariflerinde kullanmış ve bir mutfak devrimi yaratmıştır. Ya da buna, mutfakta bir paradigma değişimi de diyebiliriz. Çünkü Escoffier öncesinde, tattan önce görünüm gelirmiş. Fransız mutfağının kralı olan Marie-Antoine Careme'in eserleri dilden dile konuşulurmuş, ama yemek mümkün olmazmış. Çok havalı bir adı olan ( les petits vol-au-vents a la nesle) bir yemek için kullandığı malzemeler, iki dana memesi, yirmi horoz ibiği ve hayası, dört adet kaynatılmış ve kesilmiş koyun beyni, iki kemikli tavuk, on koyun uykuluğu, yirmi ıstakoz ve tüm bunların birada tutunmasını sağlayan bir kaç litrelik ağır kremadan oluşunca, insanın aklına, bu bir yemek mi yoksa sadece beyin ve hayadan oluşan, yeni bir frankeştayn denemesi mi, diye sorası geliyor. Frankeştayn'ın eriyip görselliğini yitirmemesi için de, mutlaka soğuk servis edilmesi gerekiyormuş. İnsanlığın her konuda ve her dönemde iki ileri bir geri gitmesi, burada da, güzelim barbeküyü keşfetmiş ilk insanın, estetik ve biçimsellik uğruna bundan vazgeçerek, frankeştaynlara talim olmasıyla kendini göstermiş.
 
Allahtan Escoffier ''ben görünüşe değil, lezzete önem veririm'' diyerek, (günümüzün ''ben dış güzelliğe değil, ruh güzelliğine önem veririm'' diyen safları gibi) göz dışında da, arada bir işe yarayabilecek duyu organlarımızın olduğunu bize hatırlatmış. Bu nedenle Fransada körlerin kurduğu aşçılık okulunun adı ''Escoffier! 4 duyu yeter!'' olarak bilinir.
 
Escoffier'nin yarattığı bu devrimin özünde, kendi kişisel lezzet deneyimlerine önem vermesi ve her türlü tat analizini birinci tekil şahıs perspektifinden yapması yatıyor. Kurallar ve dönemin trendleri değil de, kişisel hazlarının peşinden giden bu adam, kendi deneyimlerini ciddiye alarak inanılmaz tatlar yaratmayı başarabilmiş. Tıpkı bir çok sanatçı gibi, varolanı sorgulayıp kendi bireysel deneyimlerinin benzersizliği ile başka bakış açıları geliştirebilmiş.
 
Hepimiz kimyasal altyapısı aynı olsa bile, kişisel deneyim ve arzularımızın eğilimine uyarlanmış olan farklı bir beyne sahibiz. Escoffier'nin Mutfak Rehberi 600 sayfadan fazladır, çünkü Escoffier ne kadar umami içerirse içersin, herkesi tatmin edecek tek bir yemek tarifi olmadığını bilecek kadar psikolojik bir seziye sahipmiş. Tadın, belki de en önemli yönü olan bireyselliğini kurallar ve bilimsel metotlarla açıklamak şu an için yetersiz görünüyor. Yemek pişirmek hem bilim, hem de sanattır. Ünlü bir aşçı olan Mario Batali ''tutmuşsa doğrudur'' der. Bazen bazı şeyler hayatta da tutar ve neden olduğunu her zaman açıklayamayız ve genelleştiremeyiz. Bu bireysel bir deneyimdir ve hepimiz de, bireysel deneyimlerimiz doğrultusunda farklıyız.
 
*Bu yazıyı yazarken bir çok kaynaktan yararlanılmıştır, merak edenler isimlerini sorabilirler:)

21 Aralık 2010 Salı

YEMEK HİKAYELERİ 1

Şu dünyada ''zevk'' adına sayacağımız  üç beş şeyden bir tanesi de yemektir herhalde. Hatta bir gün, bir ankette insanlara ''yemek mi seks mi?'' diye sormuşlar yanıtlar birbirine yakın olsa da, yemek yanıtı birazcık daha fazla çıkmış. Şu tat duygusunun beynimizde salgıladığı tatmin ve mutluluk hormonları evrimsel bir süreç elbette. Ama biz bu süreci bayağı bir abartmışız.
Özellikle ateşin bulunup, çiğ et yemekten terfi ettiğimiz zamanlarda, burnumuza buram buram gelen ızgara kokusuyla deliye dönmüş ilk insanı gözünüzde canlandırabiliyor musunuz? O anda insan nüfusunda belirgin bir düşüş olduğu saptanmış. Çünkü ilk insan zaten her dakika elinin altında olan ve muhtemelen iyice monotonlaşmış seksten daha alengirli bir şey bulduğunu düşünerek zevkten gebermiş. Zaten yemek ve seks rekabeti de sanırım bu yüzden başlamış. Yani kendini yemeğe veren insan soyu, bir yandan da üremeyi unutarak kendini kuruttuğunu farkedince ''arada bir seks de gerekiyormuş yahu'' diyerek bu ikisini birleştirmeye karar vermiş. Nasıl olduğunu ne siz sorun ne ben söyleyeyim:)
Neyse, konuyu dağıtmayalım, uzun yıllar boyunca insan dilinin sadece 4 tadı algılayabilecek anatomik bir bileşkesi olduğu varsayılmış. Bunlar acı, tatlı, ekşi ve tuzlu olarak belirlenmiş. Diğer herşey bunların kombinasyonları olarak kabul edilmiş. İnsanlar bu arada ne olduğunu anlamadıkları bir takım tatların farkına varmışlar, özellikle muhteşem aşçı August Escoffier, 1900'lerde çığır açan yemek devrimiyle insanların damak tadına çağ atlatmış ki, -bu ''Yemek Hikayeleri 2''nin konusu olacak- ancak bu enfes tatların tanımlaması için 1907 yılının beklenmesi gerekmiş.
Japon kimyacı Kikunae İkeda ''Daşi'' nin (kurutulmuş bir su yosunu biçimi olan ''kombu''dan yapılan, klasik bir et suyuna çorba) tadının neye benzediğini araştırmaya başlamış. Bu tadın dört klasik tada hiç benzemiyor olması, meraklı ve gurme kimyacımızın oldukça dikkatini çekmiş ve  bir türlü tanımlayamadığı bu tada, japoncada sadece ''leziz'' anlamına gelen ''umami'' adını vermiş. İşte tıpkı kayıp zamanın izinde gider gibi, kayıp tadın izindeki macera da, İkeda için böyle başlamış. Şu tadın bileşenlerini bulmak için deniz yosunlarını damıtmış, benzer tatları sınıflandırmış, mesela peynir, kuşkonmaz, domates ve et'in de, tat olarak buna benzediğini ama dört ana tadın bununla ilgili olmadığını düşünmüş.  Bu arada karısı kafayı yemiş tabi!
Düşünsenize siz büyük bir aşkla kocanıza her akşam güzel yemekler hazırlayın, o da o yemekleri bir takım kimya tüplerinin içine boşaltıp, bazı sıvılarla karıştırıp ''bunun içinde ne var yaaaa!'' diye araştırıp dursun. İnsanın şevki kaçar elbette, zaten İkeda da günlük çalışmaları sırasında rastladığı bir insani salgı sıvısının, bu yemekte ne aradığını bulmak için çalışmalarının 6 ay kadar geciktirmek zorunda kalmış. Sonunda sabrı tükenen karısı, eşyalarını toplayıp evi terkederken, ''içine tükürmüştüm uğraşma boşuna!'' diyerek, İkeda'nın muhteşem buluşunun yanlış yollara sapmasını engellemiş.
Neyse, sonuçta İkeda, lezzetin kaynağı olan gizli molekülü bulmuş. Buna ''glutamik asit, L-glutamatın öncülü'' denmiş. İkeda bu keşfini Tokyo Kimya Cemiyeti Dergisinde yayınlatmayı da başarmış. Ama buna rağmen, dört ana tadı dile paylaştırmış olan bilim camiası, dilde başka yer kalmadığını söyleyerek, bu buluşu uzun yıllar görmezden gelmiş. Ikeda glutamatın dilde tadımlanabileceği anatomik kanıtları bir tülü bulamadığı için, parmesan peynirinin varlığı, soya sosunun lezzeti, et suyunun rahiyası İkeda'yı desteklemek için yeterli olmamış. İkeda, ''o da umami bu da umami'' diye diye ömrünü tüketmiş, kendini yemeğe vermiş, karısı da terkettiği için, umami arayışıyla kafayı yemiş.
İkeda'dan tam 90 küsür yıl sonra, moleküler biyologlar, dilde yanlızca glutamat ve L-aminoasitlerini tadan iki ayrı reseptör olduğunu keşfetmişler. Allahtan ikeda'nın anısına bunlara ''umami'' reseptörleri  adını vermişler.
Umamiyi haz peşinde koşan hayalperestlerin hayalgücünden daha öte bir noktaya getiren bu keşifler, yemek tarihinde keşfedilen lezzetlerin hikayelerinin ve mantığının da tekrar incelenmesine yolaçmış. Hatta Fransız hukukçu ve politikacı Brillat Savarin'in '' İnsan soyunun mutluluğu için yeni bir yemek keşfetmek, yeni bir yıldızın keşfedilmesinden daha önemlidir'' sözü kafaların olumlu olumlu sallanmasına ve bu konuda daha fazla çaba sarfedilmesine sebep olmuş. Bu amca, daha sonra ''ne yiyorsanız osunuz'' diyerek konuyu daha da ilerletmiş ve varoluş analizlerimize yeni bir boyut katmış.
Bu yazıdan bir kaç anafikir çıkarabiliriz, onları da yazmadan edemeyeceğim:
-bazen haz önce, bilim sonra gelebilir, şaşırmayın!
-yemek yiyin ama arada seks yapmayı unutmayın, yani hazları birbirine karıştırmayın!
-karınızın veya kocanızın pişirdiği yemeklere laboratuar malzemesi muamelesi yapmayın!
-kimbilir dilimizde daha neler var!
-nasıl duyguyla yapılan seks daha güzel ise, duyguyla yenilen yemek de daha güzeldir!
-yosun deyip geçme!
Bol umamili günler, herkese:)

7 Aralık 2010 Salı

SİZİN BEYNİNİZDE ELEKTRİK AKTİVİTESİ VAR MI?

Geçen gün bir arkadaşım zıp zıp zıplayan Joe Dalton modunda beni arayarak, şu meşhur TED konuşmalarından antropolog Helen Fisher'ın aşk üzerine konuşmasını dinlememi istedi. Bu kadar heyecanlı olmasının sebebi, sürekli küçümsediği, ilkel ve sorunlu bulduğu aşık olma halinin, beyindeki kimyasal bir süreç olduğunun, hatta bazı uyuşturucularla aynı etkiyi yaptığının, ilk ağızdan bilimsel açıklamasını gözümüze sokarak ne kadar haklı olduğunu kanıtlamaktı.
Elbette biliyoruz ki, bugün beyinlerimize takılan elektrotlarla nerede ne hissettiğimizi görebiliyoruz. Helen Fisher, konuşması boyunca aşık olma sürecinin, bizi bir yandan ne kadar irrasyonel yaratıklar haline getirdiğini anlatırken, konuşmasının bir yerinde, özellikle antidepresan kullanımının aşık olma güdümüzü sınırladığını, bu yüzden de bu kadar yaygın kullanımın, hiç de iyiyie işaret olmadığını belirtiyor. Sonra da çok can alıcı bir cümle ekliyor: ''Aşkın olmadığı bir dünya, ölü bir dünyadır''.
Bu kontrol edilemez, hatta bizi kendimizi tanıyamayacak kadar değiştiren güdünün illaki olması gerektiğini söylerken, kafamızda soru işaretleri oluşuyor. Bu soru işaretlerine en basit yanıt, aşka kafamızda oluşan bir elektrik kontağı muamelesi yapanlara, ''en azından orada biraz elektrik olduğunu bize kanıtlıyor'' demek olabilir! Ama tabi ki bu kadar basit bir yanıt kimsenin işine yaramaz...
Son zamanlarda okuduğum, çift terapisi üzerine çalışan, İsrailli psikolog Ayala Malach Pines'in bir kitabında, aşık olma süreci ile ilgili yapılan bazı araştırmalar yer alıyordu. Bu araştırmalar, öyle ya da böyle, kafamızda aşık olacağımız kişinin bir özellik şeması bulunduğunu gösteriyor. İstisnalar (psikolojik değişimler, hayat ve ilişki tecrübeleri, dönemsel ve koşulsal ihtiyaçlar, salaklıklar!) olsa bile genelde bu şemaya uyan kişilere aşık oluyoruz.
Helen Fisher da süreci ''tutku'' (lust), ''romantik aşk'' ve ''uzun süreli ilişki için bağlanma becerisi (attachment ability for longterm relationship) olarak anlatırken, her bir süreçte beynimizde gerçekleşen ışıldamaların ve hormon akışının farklı olduğunu söylüyor. Yani işin biyolojisi kadar, önemli bir kısmını da, öğrenimlerimiz, tecrübelerimiz, şartlanmalarımız ve yaşadığımız kültürün çok etkili olduğu psikolojimiz belirliyor. Bu da en azından, ''sadece beyninde havai fişekler çakan bir robottan farklı olarak'' sürece dışsal bir boyut kazandırıyor.
Ufak bir matematiksel formülle aşk konusunu çözmek mümkün!!! Evet, hepimiz psikolojimizden şekillenen bireysel aşk şemasına göre birilerine aşık oluyoruz. Ancak bu aşkın sürekliliği ve getireceği mutluluk konusunda ne kadar şanslıyız; şimdi ona bir bakalım. Öncelikle bu şemaları gerçekten işlevsel oluşturup oluşturmadığımız çok önemli!
Bunun garantisi yok, çünkü dediğim gibi, bunların oluşumu, daha bebekken annemizle kurduğumuz göz temasımızdan, yaşadığımız bir travmaya, ilişki deneyimlerimizden, çocuksu ihtiyaçlarımıza kadar değişebiliyor. Demek ki, iki seçenek var: işlevsel aşk şeması, işlevsel olmayan aşk şeması!
Bir diğer açılım ise, aşık olduğumuz kişide bizim aşk şemamızda olan özellikler gerçekten var mı, yoksa bir iki veriden yola çıkarak, biz olduğu varsayımına mı kapılıyoruz? Çünkü bu konuda aldanmak çok mümkün. İnsanlar her zaman çok açık değiller. Hatta çoğu zaman kendilerini bile kandırabiliyorlar. Bu durumda karşımıza şöyle bir açılım çıkıyor. ''Önce kendim için işlevsel şemayı bulmuş olmam, sonra da bunun o kişide olup olmadığını anlayacak kadar salak olmamam gerekiyor''. Matematiksel olarak %25 şans diyebiliriz. Bence hiç de fena değil:)
İnsanları beyindeki kimyasal hareketlerden ibaret gören bakış açısının, en çok kaçırdığı nokta, beyne yapılan dış kimyasal veya cerrahi müdahalelerle, davranışların değişmesinden yola çıkarak, bizi kontrol edilebilen makineler olarak görmesidir. Oysa, beynimizdeki bu değişimler, hayatta kendi seçimlerimizden kaynaklanan tecrübelerle hem doz olarak, hem de süreç olarak kendi kontrolümüz altında olabilir. 1989 yılında Elizabeth Gould, beynimizdeki nörönların sanılanın aksine bölünebildiğini (nörojenez) gösterdi. Üstelik bu bölünmenin en çok da, aşk gibi bizi gerçekten çok mutlu edebilecek durumlarda daha da aktivleştiği anlaşıldı. Araştırmacılar bu sebeple aşk ve intimacy (yakınlık) denen durumlarda insanların çok daha enerjik, üretken ve yapıcı olduklarını söylüyorlar. Belki de bu yüzden Helen Fisher ''aşksız bir dünya, ölü bir dünyadır'' diyor. 
Aşkın yıkıcı tarafı mı? Burada da futbol örneğini verebiliriz. Holiganların olması futbolu zararlı bir oyun yapmaz. Aşk, her insanın beyninde aynı ampulleri açsa da, aşkı yaşama tarzımız, kültürümüz, karakterimiz, zayıf ve güçlü yönlerimiz ve tabi ki %25'lik şansımıza bağlı olarak değişiyor. 
Tolstoy şöyle demiş: ''Dünyada kafa sayısı kadar akıl olduğu gibi, yürek sayısı kadar da aşk vardır''.

2 Aralık 2010 Perşembe

BUNDAN SONRA NE VAR?

Nasa bir açıklama yaparak GFAJ-1 mikrobu adındaki (havalı ismine bakmayın alt tarafı bir mikrop) mikrobun, bugüne dek tüm yaşam formlarında var olan biyo moleküler yapıdan ayrışdığını açıkladı! Bu ayrışım mikrobun temel moleküllerinde, normalde yaşam için mutlak olan, karbon, hidrojen, nitrojen, oksijen, fosfor ve sülfür olması gerekirken, fosfor yerine arseniğin bulunmasından kaynaklanıyor. Şimdi, ''kardeşim merak etseydik, NASA raporlarını okurduk, bu ne şimdi!'' diyeceksiniz ama ben size zaten kimya ve biyoloji dersi verme gibi bir misyon edinmiş değilim! Konumuz elbette başka! Biz burada önyargıdan sözedeceğiz..!
 
Konuyu biyolojiden önyargıya taşıma konusundaki becerimi takdir etmeniz bir yana, bu yazıyı yazma sebebim, bilim yobazlığına en güzel karşıt örneklemeyi veren bir konu içermesi. Bugüne kadar ölümle ilişkilendirdiğimiz bir maddenin yaşamın temel taşlarından biri haline gelmesi, önyargının ve takılmışlığın düşünce sistemimizi ele geçiren, ne büyük bir mikrop olduğunun en güzel örneği değil mi?
 
Zavallı Agatha Christie mezarında ters dönmüştür herhalde... Hayatını arseniğin ölümle bir düşünülmesi konusuna adamış olan bu büyük yazar,  içki ve yemeğe karıştırılması, iğne batırılması veya  hap yutulması (mecazi anlamda değil, gerçek anlamda) gibi klasik arsenik kullanım yöntemlerinin çok ilerisine geçerek, burnumuzu sildiğimiz mendil, gözümüze damlattığımız damla, yaladığımız reçel kavanozunun ağzı gibi son derece yaratıcı yöntemler geliştirerek, baş kahramanı arseniğe mutlaka öldürücü bir rol bulmuştur. Onu bu konuda sollayan amerikan cinayet filmlerinden birinde, cansız manken fetişi olan bir adamın, geceleri yatağına alıp seviştiği cansız mankenin dudağına sürülen arsenikle, öpüşme sonrasında ağzından köpükler çıkararak öbür tarafı boylamasını izlerken, adamın fetişinin senaryo yazarları tarafından sırf arseniği en absürd nasıl bulaştırırız sorusuna yanıt olması babından konu edildiğini bile düşünmüştüm. Size de olur mu bilmiyorum, ama ben film izlerken, senaryoda yer alan gereksiz detayların filmi süslemek için değil, sonrasında bir yere bağlanmak için verildiğini düşünürüm.
 
Sonuçta arsenik=ölüm formülü, E=mc2'den çok daha popüler ve de anlaşılır bir şekilde beynimize kazınmışken, bugün birileri arsenik=yaşam diyerek tüm akıl yapımızı az da olsa sallamıyor mu? Açıkçası ben, dünya fillerin sırtında taşıdığı meyva sepetidir diye inanan bir ortaçağ insanının, ''kardeşim dünya bir futbol topu gibi yuvarlaktır'' diyen birileri karşısında, iyi de futbol topu ne? diyecek kadar konudan bi haber olma durumunu şu anda hiç de garipsemiyorum.
 
Mesela çok yakında, bir insana arsenik enjekte ederken yakalanan bir adam, savunmasında, ''ben onu başka bir yaşam formuna çevirip sonsuzluk veriyorum'' derse, hadi bakalım kanıtlayın adamın suçlu veya deli olduğunu...Eminim ki, yakında arsenik yapılı dünya dışı yaratıkların, dünyayı ele geçirerek tüm arsenik kaynaklarını tükettiği bir bilim kurgu şaheseri izleyebiliriz. Bu arada dünyadaki tüm arseniği ele geçirirlerse ne olur, bir şey mi kaybederiz, o ayrı konu, ama bizim olan bizimdir, iyisi de kötüsü de modunda bir savaşa girmeyeceğimizi kim garanti edebilir?
 
Bu arada, ''Tüm teoriler değişti. Dünya üzerinde bildiğimizden tamamen farklı bir moleküler yapıya sahip olarak yaşayabilen bir organizma var.'' diyen bilim insanı, şu noktadan sonra, cinlerle konuşan adamları da dinlemek zorunda. Düşünün ki, bi falcı size, '' bak kızım, ben anti madden yapılma yaşam formları ile irtibattayım, onlar da zamanı geriye doğru yaşıyorlar, o yüzden de, senin anti madden gelecekten geliyor ve bana senin gelecekte başına gelecekleri anlatıyor. Ben de ona senin geçmişte yaşadıklarını anlatıyorum, böylece alış veriş tamamlanıyor. Ben sadece aracıyım, elçiye zeval olmaz'' derse ne yapacaksınız? Ben hemen şu soruyu soruyorum: ''Peki, falcı teyze, bizim kesiştiğimiz bir zaman var mı?'' O da cevap veriyor '' elbette kızım, ona da orta yaş bunalımı diyorlar, sen ne sanıyordun ki?''.
 
Yani kısaca, bu haber bize önyargılarınızdan kurtulun, bilimin en önemli özelliği yanlışlanabilir olmasıdır ve gerçek bilimsel düşünce, yanılma payını kabul etmekten geçer (her konuda) diyor.  Bilim kendi yanlışlanabilirliğini inkar ettiği zaman bilim olmaktan çıkıyor. Algılarımızın, düşüncelerimizin ve yorumlarımızın, öğrendiğimiz şeylere ve yaşadığımız şeylere bağlı olarak şekilleneceğini unutmamalıyız. Öznelliğimizden kurtulma şansımız yok, şu ana kadar bilim insanoğlunun öznelliğinden kurtulabilmesi için en doğru yöntem gibi görünse de, kraldan çok kralcı yapımızla, bilimi de, sadece varolanı desteklemek veya kendi yorumumuzu desteklemek için kullandığımızda, en absürdü hayal etmeyi kaçırıyoruz. Dün öldüren arsenik bugün yaşam kaynağı oluyorsa, herşey değişebiliyorsa, yanlışlanabiliyorsa, bence yaşamın gerçek güzelliği ve anlamı burada karşımıza çıkıyor: ''Bundan sonra ne var?''.

26 Kasım 2010 Cuma

AŞKIN BİTMEZ TARTIŞMASI...

Konu dönüp dolaşıp yine aşka geliyor...
Dün bir kaç derviş, biraraya gelmiş, bu sonsuz meseleyi yine tartışmış!
Hepsi hayatının yaklaşık yarısını geçmiş!, illa ki aşkı tatmış, ama hepsi farklı anlatmış!
Birincisi demiş ki, aşk basittir ve bir anlık yıldırım çarpmasıdır, gördüğün anda olur ve hayat boyu unutulmaz.
İkincisi demiş ki, aşk duyguların en yücesi, hayatın gerçek anlamı, insan tekamülünün doruk noktası.
Üçüncüsü demiş ki, aşk kimine göre baş tacı, kimine göre başa bela, aradaki yolda sıranmış tüm aşklar, bütün tarifler bir başka...
Dördüncüsü anlatmış, ama kimse anlayamamış... Tıpkı cennetin kapısında bekleyen filozof ve hipopotam misali. Melek demiş ki, bugün bana aşkı en iyi anlatan cennete girmeye hak kazanır, filozof başlamış anlatmaya, ''aşk bir insanın başka bir insana, kendini kaybederek ama düşünerek, hormonların etkisiyle, kimyasalların karışmasıyla ama yazdığı şiirlerin bilinciyle, biraz bilinç, ama biraz sahiplenme, ama üç senede biter diyorlar, ama sonsuz aşk denince bir de platonik var, hani idealize ettiğimiz ama çok basit olan....'' ve melek filozofun sözünü kesip bön bön bakan hipopotama ''hadi yine iyisin, bugün şanslı günün'' demiş!
Körler sağırlar birbirini ağırlar misali geçen tartışma, aşkta dürüstlük nerededir, veya cinsellik aşkın olmazsa olmazı mıdır, veya aşk bir teoridir ve genellenebilir, veya herkesin aşkı kendinedir gibi bir fikir deryası içersinde boğulmadan önce, tutunabilecek bir simitçik arayan tartışmacıların, bir süre sonra, ''sen hiç bir şey bilmiyorsun, hiç aşık olmamışsın!'', ''asıl sen benim aşık olduğum gibi hiç olmamışsın'', ''aman efendim benim sepetimden üç aşk çıktı, bu istridyede inci yakalama misali bir durumdur'' tarzında ifadeleriyle sıkışmış kalmış.
Aşkı yaşamın amacı sayanın da, aşkı hayatından çıkaranın da yokmuş aslında birbirinden farkı. Sonuçta herkes kendi dinini yaşarmış, biri aşktan başka bir şey görmeyerek, diğeri aşkı görmeyerek...Ama hep dini kurallarla, sorgulatmadan, kesin yargılarla ve inandığına olan inaçla.
Aşkı bir kimyasal sürece indirgeyip arkasındaki felsefeyi ve yaratımı görmemekte direnen de, ya da yarattığı felsefenin içinde kendini hapseden de, veya üzerine bir dünya kurulmuş bu duyguyu bir anlık şimşeğe çeviren de, ya da tüm duyguları bir fonksiyon eğrisiyle matematiğe döken de, sonunda, ''aşk bir sudur, iç iç kudur'' noktasında buluşmuş. Ama susuz yaşamın olamayacağını unutmadan kudurmuşlar...

15 Kasım 2010 Pazartesi

ÖLÜMLÜLÜK VE ÖLÜMSÜZLÜK

Bugün bir cenazeye gitmem gerekti. İnsan cenazede elbette ölüm üzerine düşünür, herhalde tatil planı yapmaz, yoksa yapar mı? Neyse, ben sıradan bir insan olarak ilkini seçtim. Ölüm, ölümlülük veya ölümsüzlük kavramları üzerine düşünürken, son zamanlarda okuduğum müthiş bir felsefi geyik kitabından da faydalanarak bir şeyler yazayım dedim.
 
Mesela, hepimizin ölümden ödümüz koptuğu gerçeğini ilk defa keşfeden antropolog Ernest Becker demiş ki, ölümün inkarı bir çeşit ölümle başa çıkma yöntemidir ve bu dürtüseldir. Yani hepimiz ölümsüzlük adına bazı şeyleri sembolleştirir ve onlara inanırız. Mesela ırk, vatan, din, kabile vs. kavramlarını bulmamızın sebebi ölüm korkusudur. Ölümsüz bir şeye ait olduğumuzu düşünerek ölüm korkumuzu yeneriz. Ne mutlu Türküm diyene, çünkü Türkiye cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!!!
 
Becker buradan yola çıkarak uygarlığı oluşturma çabamızın da ölüm kaygısından kaynaklandığını söyler. Hatta şöyle bir kelamı vardır ki, neresinden baksanız sağdan ve soldan okunduğunda aynı sesi veren kelimeler gibi hep aynı sonuca ulaştırır: ''Ölümün inkarı, uygarlığın hayatta kalma stratejisidir''. Öyle ki üretimin amacının da bu olduğunu söyleyerek, sanat dahil geleceğe bırakılan her değer, ölüm kaygısı sayesinde olur, diyerek, tüm kültürün özünde ölüm kaygısı olduğu kadar basit bir gerçekliği, taaaak diye ortaya koyar! Koyar ama, işin bu noktasında, ''kimin gerçekliği???'' sorusuyla başbaşa kalırız. Bu kaygı sebebiyle, din, dil, ırk, millet, mezhep vs olarak kendi kaygı yoketme çözümünü bulan herkes şöyle bir problemle karşı karşıya kalır: ''Eğer benimki doğruysa, onunki yanlış olmalı!'' O zaman döndürelim onu, olmadı öldürelim onu! Ya hepimizinki doğruysa, tek doğru yoksa? Hadi leeeeennnnn, olur mu öyle şey!!!
 
Becker uygarlıkla uğraşadursun, pek sevgili üstat Freud beyciğimiz, haza ait dürtülerimizle başetmekten yorulduğu ve yaşlanmaya başladığı dönemlerde, ölüme ait dürtülerimize doğru bir shift gerçekleştirir ve uyaranlardan kurtul ve nirvanaya ulaş der. Tıpkı kostümlü bir ölüm provası gibi, herkeste yaş ilerledikçe durağana yönelme, yaşamın hızına isyan gibi kavramların oluştuğunu belirterek, tüm çatışmalarımızın da bu haz ve ölüm dürtüsü arasında gidip gelmemizden kaynaklandığını ve bunu da terapiyle! çözebileceğimizi söyler. O yüzden Freud'a terapinin babası deriz:))
 
Kierkegaard denen kuzeyli amcamız ise, intihar olaylarının tepe yaptığı ülkesinden bize öyle bir laf ederki, tüm okulların kapısına yazmak gerekir: ''Ölüm, yaşamın kıyısında anlamlı bir yaşam sürebilme sorumluluğudur'' Bu sorumluluk, faturaları zamanında öde, çocuğuna yemeğini ver vs. gibi sorumluluklardan farklı gibi görünse de, aslında amcamızın tam da söylemeye çalıştığı şey budur: Anlam dediğin şey nedir ki, onu ancak sen yaratırsın!
 
Sonra yüce hoca Shopenhauer efendi sahneye çıkar ve ölümün korkulacak bir son değil, yaşamın nihayi hedef ve amacı olduğunu söyler. Ölüm yoktur, yaşam zaten sabit bir ölme sürecidir. Hani çok pozitif, çiçek böcek bir söz vardır: ''Bugün kalan ömrünün ilk günü'' diye, Shopenhauer bu lafı şöyle söyler: ''Bugün şimdilik ölüm sürecinin son günü!'' Tabi ki, bir ölüm süreci olarak gördüğümüz yaşamdaki en büyük sorun, bir ''yaşam istenci''mizin olmasıdır ki, allahtan bir gün ölüm gelir de, bizi bundan kurtarır!
Bu tehlikeli yaşam istencimizin de ana sebebi de, maalesef ''aşk''tır. Bu bizim en bireysel istencimizdir ve Shopenhauer'e göre hiç bir şeye yaramaz, başımıza iş açmaktan başka! Bu nedenle yaşam istencimizi ve aşk yaşama potansiyelimizi içimize hapsedersek, hiç bir sorun kalmaz, yaşayan bir ölü olarak soruna çözüm bulmuş oluruz kolayca!
 
Heidegger denen şaşkın ise ölümün farkındalığının ve ölüm bilincinin bizi özgürleştirdiğini söyler. ''Kedi köpekte ölüm bilinci yok, ama biz de var, demek ki bunun değerini bilmeliyiz,'' der. Ölümsüzlüğün herşeyi sıradanlaştıracağını ve köpek gibi bir hayat yaşamayı herhalde istemeyeceğimizi söyler! (Niye ki?)
 
Bucket list diye bir film var, iki ölümü yaklaşan hasta ihtiyar son istek listelerini gerçekleştirmek adına bir yolculuğa çıkarlar. Onların sahip olduğuna, ölümcül hasta olmadan sahip olmaya ''ölüyormuş gibi yaşama şansı'' denir. Bu tıpkı her maçı final maçı gibi oynamak gibi bir şeydir. Düşünsenize hayat boyu kazansanız da kaybetseniz de eleme maçı oynasaydınız, maç yapmanın bir zevki kalır mıydı?
 
Heidegger'ın ''Zaman ve Yokluk'' adlı eserini 6 saatte okumayı başaran Sartre (bu arada ben üç sayfa dayanabildim, dördüncü sayfada elimden, bileklerimi kesmek üzere aldığım bıçakları kaptılar), ''sen hiçbirşeysin, o yüzden yaşadığın hayat da hiç birşey, dolayısıyla ölüm de hiç bir şey!'' der ve bir şey olmak için önce ne olacağını seç ve onu ol! diye devam eder. ''Aman allahım şimdi bir şey olmak zorundayım paniğiyle, ölüm korkusu falan kalmaz, ne olacağım, ya da neyi seçeceğim korkusu hepsinin üstüne çıkar. boru değil, ne seçeceksek özümüz öyle tanımlanacaktır, büyük sorumluluk yani!
 
Burada Camus, Sartre'ın hötzötlerini biraz yumuşatır ve bu kadar kafayı takmayın, tek seçmeniz gereken şey ölmek veya yaşamaktır, der. Yani, n'olacam diye bu kadar endişeleniyorsan, ölmeyi de seçebilirsin, demokrasilerde çare tükenmez diyerek, yaşam saçma, ölüm ondan saçma, boşver sırasıyla bekleyelim, beklemekten sıkılırsak, seçim yapıp ölelim, kadar basit bir şekilde, öyle de böyle de bir tarafımıza girdiğini söyleyecek kadar dürüsttür. 
 
Biraz eskilere gidersek, Stoacı Cicero bizim ne zaman ölmeye karar vermemiz gerektiği konusunu aydınlığa kavuşturur. Eğer doğamızla uyumlu yaşayamıyorsak artık vaktimizin dolduğunun resmidir. Dünyaya kazık kakmanın bir anlamı yoktur. Hatta Seneca der ki: ''Bilge insan, yaşayabileceği kadar değil, yaşaması gerektiği kadar yaşar'' Bilgelik de, bu durumda ne kadar yaşamak gerektiğine karar vermek olsa gerek. Ben bilge olmaktan vazgeçtim, cahillik en güzeli, ah muhteşem ölümsüzlük, gel buraya!
 
Bir de bir şey uğruna ölmek var ki, bu konuda en güzel sözü bence Bertrand Russel söylemiş: ''İnançlarım ve prensiplerim uğruna asla ölmem, çünkü yanılıyor olabilirim!'' İşte tam benim adamım!
 
Ölüme kafayı takmayanlardan biri de Epicures. Herşeyin temeli haz diyen bu eğlenceli amca, (herkesin hayatında bence bir epiküryen olmalı), ''ölüm varsa ben yokum, ben varsam ölüm yok'' diyerek, donatın masaları, getirin şarapları, içelim, güzelleşelim tadında durumu özetlemiş. Bu konuda, ölümsüzlüğü veya uzun yaşamayı kafaya takanlar için, Amerikalı komedyen Steven Wright da, en az Epicures kadar etkili bir şekilde ''hayatını sigara, uyuşturucu, içki, seks, ve lezzetli yiyeceklerden kendisini men ederek geçirenlere çok acıyorum, onlar hastanede ölüm döşeğinde yatarken neden öldüklerini asla bilemeyecekler'' diyerek önemli bir saptamada bulunmuş!!!
 
Yaşamayı ahlaki bir ödev kabul eden Kant için diyecek bir söz bulamıyorum. belki bu fıkra biraz duygularıma tercüman olur:
Kadın eve gelip kocasını ve en yakın arkadaşını yatakta basınca, arkadaşına döner ve ''Hadi ben mecburum da, senin ne zorun vardı be kadın!'' der.
 
Bir de ölümsüzlük duygusunun herşeyi ertelemek için bir neden olduğu da, ciddiye alınması gereken bir söylem olabilir. Bunu da kısa bir fıkrayla şöyle özetleyebiliriz: Bir adam ve kadın 40 yıldır beraberlermiş. Sonunda adam ''hadi evlenelim!'' demiş, kadın da ''manyak mısın? Bizi bu yaşta kim alır?'' demiş!
 
Ölümsüzlük ve yaşam her ne kadar felsefi kavramlar olarak görünse de, elbette bilimsel değerlendirmeleri konuya dahil etmezsek çok önemli bir şeyi atlamış olacağız. Bilim adamları, yaşam çorbasında (hayatı oluşturan elementlerin tesadüfen ilk defa biraraya geldiği düşünülen doğal kimya havuzu) ortaya çıkan en ilkel tek hücrelinin, bölünerek çoğaldığını (yani kendinden bir tane daha yapıyor), böylelikle ölümsüz olduğunu, ama evrim yolunda, iki cinsiyetli üreme sistemine geçtiğimiz anda, ölümsüzlüğümüze de veda ettiğimizi söylüyorlar.
Yani dönüp dolaşıp yine aynı noktaya varıyoruz. Seks yüzünden ölümlüyüz. Freud da, Shopenhauer da demişti zaten!
 
Yani ölümsüz olamayacağımıza göre ( dünyevi zevkler yüzünden treni kaçırmışız), biz faniler her yaşın değerini bilmeli, ölmeden mezara girmemeli, ya da mezarbaşında fingirdeşmemeliyiz. Yani yaşamın hakkını verelim bari!
Bunu da yine bir fıkrayla özetleyelim: Yaşlı adam göl kıyısına gelince bir kurbağa ona seslenir ''hey ihtiyar baksana beni öpersen, ben çok güzel bir kadına dönüşürüm ve bütün gece sevişebiliriz'', adam kurbağayı alır, cebine koyar ve yürümeye devam eder, kurbağa ''hadi öpsene, sana güzel bir kadın olduğumu söyledim''der, adam cevap verir ''valla bu yaşımda sevişecek bir kadındansa, konuşan bir kurbağaya daha çok ihtiyacım var!''
 
Bugün cenazede, o koca yazıyı görünce ''ibret olsun, bir gün her canlı ölümü tadacaktır, sonunda bize döneceksiniz'' ödüm koptu. Tıpkı uçurumdan düşerken son anda bir dala tutunup ''yardım edin, kimse yok mu'' diye bağıran adam gibi. Tam o sırada gökten bir ışık parlar ve bir ses duyulur ''ben varım oğlum!, gel tut elimi'', adam durur ve tekrar bağırmaya devam eder, ''başka kimse yok muuuu?''
 
Harbiden başka kimse yok muuuuu????

11 Kasım 2010 Perşembe

İNSAN TİPLERİ!!!

Herşeyde olduğu gibi!, insanlarda da bireysel baktığımızda farklılıklar sonsuz bir çeşitleme gibi görünebilir ama, şöyle bir tepeden bakıp bazı genellemeler yapmaya kalktığımızda, bir kaç ana başlık altında, tüm insan türünü toplayabileceğimiz ayan beyan ortadadır. Mesela, bir uzaylı ırkı olsa, bu dünyaya adım atmadan önce, şu insan nasıl bir şeydir, biraz araştıralım dese, bir program yazsa, (muhtemelen onlar programları kafalarında yazıp uyguluyorlardır), bu program, ''criminal'' dizilerdeki parmak izi araştırma makinaları şeklinde çalışsa, çok da fazla bir karakter başlığı çıkacağını sanmıyorum. Dünyada bilmem kaç milyar insanın hepsini aynı anda bu programdan tarayarak, ''hoop matched! (belki bir uzaylıcası vardır!), bu nevrotik, ''hoop, matched, bu psikopat, hoop matched, bu biraz saf!'' gibi bir kaç saniye içinde bir döküm yapabilirler. ''Çok da enteresan değilmiş, başka bir yere gidelim'' deme ihtimalleri bence yüksek ama bari programı bıraksalar çok iyi olur.

Neyse, henüz böyle bir yeteneğe sahip olmadığımıza göre, bireysel değerlendirmeler içinde kaybolduğumuz insan karakter analizi sürecinde, bendeniz de, bir katkım olmasını ummak baabından bir sübjektif! çalışma yapayım dedim. N'oldu da bunu yapıyorsun demeyin, bir şey olmadı, sadece işim yok, bol boş vaktim var, o kadar!

Şimdi bazı insanlar vardır, onlardan gördüğünüz an uzaklaşmanız gerekir, ama bu sözüm nafile, çünkü siz uzaklaşmanız gerektiğini anlayana kadar iş işten geçmiştir. Bunlar, önce sizi incelerler, sanki başka hiç bir işleri yokmuş gibi, sizin genel düşüncelerinizi, yaşam tarzınızı, hayata bakışınızı öğrenmeye çalışırlar. Hiç bir negatif yorum yapmadan, sizi sürekli onaylayarak davranırlar. Hatta, öyle bir hayranlık gösterirler ki, ''Aman ne güzel, ne kadar benle ilgili, ne kadar beni merak ediyor, her dediğime de, sanki Dalay Lama kelamı muamelesi yapıyor, yahu ben bu kadar merak edilesi bir insan mıydım, sonunda içimdeki cevheri gören birileri çıktı diye tam havalara girmişken ve onaylanmanın güveniyle herşeyinizi bardaktan boşalan su saflığında ve maalesef hızında, tüm açıklığıyla ortaya dökmüşken, bu insan size ait her türlü veriyi toplamış olmanın güvencesiyle, kendi gerçek yüzünü ortaya koyar.
Artık siz maskesiz, o ebedi maskeli ilişkiniz, sonu nereye varacağı bilinmeyen bir yolda, onun altında bir araba, siz arabanın arkasında ipe tutunmuş çölde sürüklenirsiniz. (Nedense acı çekmek deyince aklıma hep bu sahne gelir)

Bazı insanlar vardır, kırılganlıkları ile sizi büyülerler. Sanki o güne kadar kimse onları anlayamamış, hayat boyu arayışlarında kendi bilgeliklerine denk kimseyi bulamamış gibi davranırlar. Bu arada size ufak bir kaç ima ile, aradıkları şey olma potansiyeliniz hakkında küçük işaretler de yollarlar. Şişmeye her an müsait egonuz ile, evet ben o şeyim, ben o bugüne kadar bulunamamış nadideyim, gibi bir yanlış düşünceye kapılır ve daha da çok o şey olma konusunda, elinizden geleni yaparsınız. Onlar da bundan ne kadar etkilendiklerini, kırılgan, utangaç ama minnetkar davranışlarıyla her fırsatta size gösterirler. Ama hep bir açık kapı vardır ve hep olunması gereken insan bir türlü olunamıyor, karşı taraf bir türlü size, sen ''O''sun demiyordur. Artık başkasının idealize ettiği, kutsallaştırdığı ve ne idüğü belirsiz şey olma konusunda, sadece o zor beğenen kibirin önünde bir kuklaya dönüşürsünüz. O ise, bu kadar çabanın karşısında, en sonunda size döner ve ''ben hala arıyorum'' der! Kıç üstü oturmak da, tam buna denir. ''Ama, ama, bendim hani! ben olabilirdim! hatta oldum! vallahi billahi oldum!'' diye, tepindikçe, o size aradığı şeyin asla böyle tepinmeyeceğini bildiği edalarıyla bakar ve kendinizi iyice nokta gibi hissedersiniz. Egonuzun kurbanı olmaşsunuzdur ama sizi egonuza kurban etmek için arabaya ip bağlayıp sürükleyenler de bu insanlardır.

Bazı insanlar vardır, sizi sevgileriyle büyülerler, siz sevdikçe onlar da sever, onlar sevdikçe siz de seversiniz, sonunda öyle bir sevgi yumağı olursunuz ki, açması yıllar sürebilir. Yumak yapmaktan, kazak örmeye fırsat olmadığı için, bir bakarsınız, birbirinize ne kadar sevdiğinizi anlatmak uğruna, koca bir hayat geçmiş, ama bu hayatın sonunda, bu yumak da, diğer yumaklar gibi sonunda sadece yün örmeye yarayan bir iplikler topluluğu olmanın dışında bir şeye dönüşmemiş. Yıllarca verdiğiniz emeğin, çabanın, sonsuz mutluluğun anahtarı olmadığını anladığınız anda, bu insanın sevgisine olan bağımlılığınız yüzünden, tekrar bir şey olabilecek bir ip haline dönüşmek için ne yapacağınızı bilemezsiniz. Siz de, bunun üzerine, o ipi arabanın arkasına bağlar, şöför koltuğuna sevgi üreticinizi oturtur, elinize ipi alıp arkadan sürüklenmeye devam edersiniz.

Elbette, insan karakterleri bu kadar sınırlı değil ama benim de uzaylı ''matching'' programım yok en nihayetinde! Ama şunu bilin ki, sonunda her tip insan, sizi arabanın arkasından iple sürükler!. İpi bırakıp koca çölde tek başınıza varolma savaşına girebilir, ipe asılıp arabanın üzerine çıkmayı deneyebilir, (varsa bu kadar gücünüz helal olsun derim) veya ölene kadar kamyonun arkasından sürüklenebilirsiniz.

Bir de sizi şöför koltuğuna oturtup, kendileri ipi tutup sürüklenenler vardır ama onlar sanırım uzaylı!!!

6 Kasım 2010 Cumartesi

SİZİN RESMİNİZ NE DURUMDA?

Hayata başlarken sanki hepimizin yanında boş bir tuval vardır da, her şeyi bu tuvale yavaş yavaş ekleriz. Ancak hepimizin bu tuval üzerine çizeceğimiz resim bambaşka olur. Çünkü herbirimiz bu tuvalle beraber hazır bazı malzemelerle doğarız. Kimimizin boyaları pastel, kimimizin yağlı, bazılarının renkleri açık, bazılarının koyu, bazılarının bilmem kaç boy fırçası, bazılarının tek fırçası olur. Malzemeler ve çeşitleri sonsuz bir kombinasyonla ama belli adetlerde elimize verilmiştir. Sırada hayat resmimizi bu malzemelere ekleyebildiğimiz herşeyle yaratmak vardır.

Bazıları şanslıdır?!, bu malzemelerden başka, hayatta çok daha değişik malzemeler de çıkar karşılarına. Birileri onlara bir sepet guaj boya hediye eder mesela. Ama bununla ne yapacağını bilmek yine o kişinin becerisidir.
Bazısının ise sadece bir kara kalemi vardır ama harikalar yaratabilir. Sonunda öyle bir noktaya gelir ki, herkes bu kadar güzel eserler ortaya koyduğu için ona kendi malzemelerinden bile verir.
Kimisi elindeki malzemeyle yetinmez, aç gözlülük değildir bu, daha ne olabilirim sorgulamasıdır ve o zaman yaratıcılık başlar. Sokaktan topladığı taşların arasından bir kömür bulur, onunla debelenirken, birden aklına başka hangi malzemeleri kullanabilirim diye düşünerek, iplerle çöplerle, kağıt parçalarıyla öyle bir şey sunar ki bize, çoğu zaman biz ne olduğunu anlamasak bile, o mutluluğun dibine vurur.

İnsanların çoğu ise tuvallerine doğdukları zaman ellerinde bulunan malzemelerle bir şeyler yapmaya ve hayat boyu böyle devam etmeye çalışır. Bunların içinden, malzemeyi değiştirmese bile, yaptığı resmi her seferinde daha iyi yapmak için uğraşanlar çıkabildiği gibi, hayatın bir döneminde resmini tamamlayıp, sonrasını sadece o resme bakarak geçirenler de vardır. Ya da, bir resimle yetinmeyip aynı anda bir çok resmi yapanlar da...

Sonuçta elimizdeki malzeme doğuştan getirdiğimiz kısıtlarımızdır ama tek seçenek ve çaresizliğimiz olmadığı gibi, her zaman resmimizin üzerine boya dökülmesi veya kıyısından köşesinden yırtılması olasılıkları da vardır. Onarır ve boyamaya devam ederiz. O yırtığa bir başarısızlık olarak bakabileceğimiz gibi, bir desen olarak bakmak  ta, o desenden de bir farklılık yaratmak ta bizim elimizdedir. Resim yapmayı bırakmak ta bir seçenektir, kendi elimizle resmimizi yırtmak ta...Hatta resmi bırakıp, heykel yapmaya başlamak ta... (böylelerine şizofreni tanısı konuluyor:)) Çünkü onların malzemeleri boyadan kile dönüşmüş olabilir:)))

Bana sorarsanız, ben ne malzemelerimi, ne de yaptığım resmi yeterli buluyorum. Malzeme ararken, bir yandan da, belli dönemlerde resim üzerinde sürekli değişiklikler yapıyorum. Üzerini bazen boyarken, bazen kağıt yapıştırıyorum. Bazen başkalarının resimlerine de karışasım geliyor, zamanla bunu yapmanın aslında beni mutlu etmediğini öğreniyorum. Ama bulduğum malzemeleri paylaşmayı seviyorum. Bu gidiş gelişler dışardan tatminsizlik gibi görünse de, bana arayış gibi geliyor. Aranmadan bulunmayacağını, bulmuşluğun mutluluğu kadar, arayışın keyfinin de bir başka güzel olduğunu, olmamış renklerin her zaman başka renkler eklenerek değişebileceğini düşünüyorum.

Bazen empresyonist, bazen kübik, bazen ekspresyonist, bazen fütürist, bazen minimalist, bazen romantik olmak istiyorum. Belli bir ekole bağlı olmamanın, değişime açık olmakla aynı anlama geldiğine, hayatın sıkıcılığının da, ancak böyle aşılabileceğine inanıyorum. Bazıları buna tutarsızlık diyor, ama ben içimde, hem biraz Picasso, hem biraz Van Gogh, hem Dali, hem Monet, azıcık Rodin, azıcık Da Vinci, hatta birazcık da Michelangelo! bile olduğunu düşünerek mutlu oluyorum.

Neyse, resim yapasım geldi, olmak ya da olmamak, ya da resim yapmak ya da yapmamak, ya da hem yapmak hem yapmamak, herşey olup hiç bir şey olmamak, biri beni durdurmadan kendi kendine durabilmek:)))) İşte bütün mesele bu!

20 Ekim 2010 Çarşamba

ÇARELER HİÇ BİR YERDE TÜKENMEZ!

Bugün 7 yaşındaki kızımın yanında okulda ağladım! Sakın havalara girip duygusal bir hikaye mi geliyor diye bir beklentiye girmeyin. Belki traji komik, belki saçma, hatta dramatik bile diyebiliriz, ama emin olun acıklı değil…

Kızım ‘’ayrılık endişesi’’ (separation anxiety) dediğimiz bir durum yaşıyor. Okul başladığından beri bazı sabahlar ‘’önleyemediği’’ ve ‘’kendiliğinden gelen’’ bir ağlaması var. Bu geldiğinde kesilmesini beklemek veya bunu kontrol etmek pek mümkün olmuyor. Ayrıca çok utandığı için ağlamasının görülmesinden acayip de rahatsız oluyor.

Şimdi biraz psikolog bakış açısıyla, her türlü patolojik belirtinin bir şeylere yaradığı, yaramasa devam etmeyeceği noktasından yola çıkarsak, kızımın ağlamasının gelmesi de, elbette onun sınıf ortamından uzaklaşmasını, annesinin ilgisinin artmasını, hatta biraz sonra anlatacağım gibi annesinin sapıtmasını sağlıyor. Uzun vadede pek bir yarar gibi görünmese bile, kısa vadede oldukça işe yaradığı kesin!

Eskiden bu tür durumlarda, surata iki şaplak veya ‘’ağlarsan öldürürüm seni’’ ya da ‘’bebeklik yapma da, kes sesini’’ gibi müdahaleler elbette epey işe yarıyor ve bugün ‘’ ayrılık endişesi miymiş, neymiş, pek de menem bişeymiş’’ gibi yorumlara gerek kalmıyormuş. Herkes ruhen aynı şekilde sakat olduğu için de, bu endişeyi şöyle bağıra çağıra yaşamayan çocuklar, 30’lu yaşlarından sonraki ruhsal çöküntülerinin farkına bile varmıyorlarmış.

Bizler bunu keşfederek ruhlarımızı tedavi etmeye karar verdiğimizde, tedavi edilen ruhlarla ne yapacağımızı bilemediğimiz için, bugün yeni tür bozukluklarla uğraşmak zorunda kalıyoruz ya, orası başka bir hikaye…

Neyse, surata iki şaplak vuramayacağımıza göre, moderniteye uyum sağlayan ebeveynler olarak, sorunu çözmenin türlü yöntemlerini, bir bir denemeye başladık.
Okul bizim ufaklığa ‘’psikolojik destek’’ olmaya çalışırken, ben ‘’psikolojisini nasıl bozarım da, bu döngüden çıkarırım’’ gibi farklı yöntemler denemeye karar verdim.
Bunlardan bir tanesi, tek başına olmaya korktuğu okuldan, herkes çıktıktan sonra birlikte sınıfa girerek, bağıra çağıra şarkı söyleyip saklambaç oynamak şeklindeydi. Okul sonrası temizliğini yapmakla görevli çalışanlardan biri sınıfa girip, sıraların arkasında emekleyen bir veliyi görünce ne düşünmüştür, diye sormayın, bence aklından olabilecek en sapıkça düşünceler geçmiştir ya, detaya girmeyelim.

Tahmin edersiniz ki, bu dahiyane fikrim bir işe yaramadı. Sonra okulda, bir sınıftan diğer sınıfa ders yapmaya giderken hissettiği endişeyi biraz olsun azaltır ve aklını şu ağlama olayından uzaklaştırır düşüncesiyle, herkes gibi koşarak değil de, tek ayak üzerinde zıplayarak yol almasını söyledim, böylelikle düşmemek için düşünmeye vakti kalmayacaktı ama, bu sefer kızımın tek ayak üzerinde niye ağladığını soran okul görevlisine verecek yanıt bulamadım tabi ki!

Yaratıcılığın sonu yok, baktım olmuyor, bir süper vitamin icat ettim. Evde yaptığımız özel bir törenle, her sabah çiğnediği vitamin şekerlerine, ‘’süper kız’’ büyüsü yaptık. Bu büyü kızların okulda ağlamasını engelliyordu! Vitamini aldığında kendini dünyanın en güçlü kızı gibi hissettiğini söylemesine rağmen, ağlama krizimizin gelmesini, ve süper kızımızın bunu engellemesini başaramadık!!!

Okul tuvaletinde ağlarken, ben hala süper vitaminin biraz sonra etkisini göstereceğini ona anlatmaya çalışıyordum ki, bana bakıp, ‘’anne, biliyorum bana yardım etmeye çalışıyorsun, ama olmuyor, bir türlü bu geçmiyor!’’ dedi.
Eh, en azından ona yardım etmeye çalıştığımın farkında, ilerde yaptığım tüm bu saçmalıkları hatırlarken, ‘’kadıncağız iyi niyetliydi bana yardım etmeye çalışıyordu’’ diye düşüneceğinin garantisini almış olduğum için, saçmalama konusunda daha da ileri gidebilmek açısından hiçbir korkum kalmadı.
Böylelikle son kozumu oynayarak, ona ‘’ağlamanın onu çok yorduğunu, ertesi günü eğer isterse onun yerine benim ağlayarak okula gelebileceğimi söylerek, bir teklifte bulundum. Bunun çok adil olduğunu, bu durumda kendisinin de okula dans ederek gelebileceğini söyledi.

Bu sabah, 7 yaşındaki kızımla beraberken, okulda ağlamaya başladım. Nasıl, diye sormayın, azim çok etkili bir şey, mermer bile deler! Ben ağlayarak okul kapısına doğru yürürken, o yanımda acayip figürlerle dans ediyordu. Sınıfa kadar bu şekilde yürüdük, büyük kızım, ‘’offf!, bugün arkadaşlarıma açıklamak zorunda kalacağım çok şey olacak!’’ diye söylenerek bizim yanımızdan öpücüklerle uzaklaştı. Biz sınıftan içeri girdiğimizde, bizim ufaklık ağlamamıştı. Gözü yaşlı annesine el sallayarak arkasını döndü ve gitti.
Ben ise gözlerimdeki yaşları silerek, öğretmenlerin ve diğer velilerin meraklı bakışları altında okuldan ayrıldım.
Okuldaki öğretmenler ne mi yapıyorlar? Benim kızıma verdiğim hasarı onarmaya çalışıyorlar sanırım!!!


14 Ekim 2010 Perşembe

ALDIM VERDİM BEN SENİ YENDİM!

Geçenlerde TV’de öyle sabun köpüğünden bir şeyler izliyordum ki, son derece etkileyici bir diyalogla karşılaştım! Sonuçta ne öyle fazla psikolojik ne de fazla bilimsel bir altyapısı olmayan bu diyalog, hayatta o kadar bazı yerlere cuk oturdu ki, ‘’bu muhabbet bilimsel değilse, bunun için bilim üzülsün’’ diyerek konuyu bir çırpıda benimsedim.

Bu muhteşem an, iki kişi arasında geçiyordu. Son derece ciddi yakınlık ve ilişki korkusu (fear of intimacy) olan bir kadınla, ondan hoşlanan bir adam, ve adamın kadını bir randevu için ikna etme çabalarıyla geçen bir sahneydi. Şöyle bir bakınca bu kadın da amma kendini naza çekiyor, fıstık gibi adam işte, alt tarafı bir yemek yiyelim diyor derken, kadının adamı başından savma şekli ve adamcağızın inadı nedense benim de ilgimi çekip izlemeye devam etmemi sağladı.

Neyse, uzun lafın kısası, erkek kahramanımız kadının bu cinsel olarak yakın, ancak duygusal olarak soğuk tavrını bir yakınlık kurma bozukluğu teşhisiyle şaak diye kadının yüzüne vurdu! (mecazen canım, gerçekten değil elbet). Bu teşhise son derece sinirlenen kadıncağız, kendini savunmaya geçerek ‘’ben asla yakınlık kurmaktan korkmam, son derece verici bir insanım, istediğim kişiye ‘’vermekten’’ (ciddi olalım lütfen), hiç çekinmem dedi, ama işte o an beni ‘’hah işte ben de herkese bunu anlatmaya çalışıyorum, bakın işte gördünüz mü, yanılmamışım, bakın ben bunu diyorum işte, anladınız mı, bunu söylüyorum…’’ diye zıp zıplatan müthiş yorum erkekten geldi:
‘’Gerçek anlamda yakınlık kurmak, verme becerisi ile değil, alma becerisi ile ilgilidir’’, ‘’vermek sorumluluk gerektirmez, ama almak gerektirir, çoğu insan da bu duygusal sorumluluğun üstesinden gelemediği için almayı beceremez’’!!!

Kendimi bir anda çevremde almayı bilmeyen, beceremeyen hatta bundan ödü kopan insanları düşünürken buldum. Vermenin bu kadar bizim kontrolümüze ve isteğimize bağlı olduğu bir dünyada, güzel bir özellik, ama gerçek ve samimi ilişkiler kurmak  için yeterli bir özellik olmadığını, bunun için istemenin ve almanın çok önemli olduğunu, bir çok defa kişisel ilişkilerde yaşadığımı düşünüyorum. Birisinden bir şey istemenin, samimiyeti ve güveni ne kadar beslediğini ve ancak ilişki korkusu olmayan insanların bunu becerebildiklerini görüyorum.


Aynı zamanda, vermek bizi başkalarından daha güçlü ve üstte bir konuma koyarken, istemek veya almak karşımızdaki kişiyi yüceltir. Onun bize verebileceği bir şeyi olduğunu kabul ederiz. Gerçek değeri karşımızdakine böyle veririz. Kendimizi bir şekilde ona emanet ederiz. Bunu da ancak gerçek anlamda samimiyet ve güven duyduğumuz insanlarla gerçekleştiririz. 

Şöyle bir düşünün bakalım, hayatta kaç kişiden korkmadan, gocunmadan, gönül rahatlığıyla, ezilip büzülmeden bir şey isteyebiliyorsunuz?
Ya da kaç kişi, hayır cevabını göze alıp sizden bir şey talep edebiliyor?

Elbette ki bütün bunların arkasında reddedilmenin korkusu yatıyor. En ufak bir hayır’ı kabullenemeyecek kadar benliğimizin derinliklerinde oluşan delikler ile talep edebilmeyi bilmiyoruz, bir de üstüne üstlük bunu bir çeşit düşüncelilik, karşı tarafa değer verme, onun bireyselliğine saygı duyma gibi son derece siyasi doğru (political correct) bir kulpla doğrulamaya çalışıyoruz.

Oysa dengenin, istemenin özgürlüğü, hayır diyebilmenin samimiyeti ve eğer ilişki kendiliğinden özelse, vermenin keyfi  arasında bir yerlerde olduğunu bilmek, bir TV kanalında, hiç ummayacağınız bir dizinin, hiç ummayacağınız bir sahnesinden neler neler öğrenebileceğinizi gösteriyor. Ben demiştim zaten!

12 Ekim 2010 Salı

MEYVELİ BİR HAYAT MOLASI...

Muz gibiyim şu aralar, hiçbir yere değesim yok! Şimdi bu ne demek diyeceksiniz ya, ben de ruh halime başka bir açıklama getiremediğim için böyle langadanak konuya girdim. Muz kendinden başka bir şeye değdiği anda kararmaya başlar, o yüzden muz alırken en ortalardakini seçersiniz, daha taze, daha diri ve sarıdır. Kenarda köşede, tezgaha değen muzlar ise kararmaya başlamıştır. Ben de tezgaha değen muzlar misali, bir şeylere dokunup değmeden, -eh biraz kafa çalıştırırsak mecazi ve ruhani anlamdan sözettiğimi anlamışsınızdır – yaşamak istiyorum şu aralar. Değdikçe bir kararma bir bozulma durumları var ruhumda.

Kimseye değmemenin güzel tarafları var elbet. Bir çeşit dahil olmama, her şeyi dışarıdan gözlemleme durumu. Dolayısıyla hiçbir şeye dahil olmayan hiçbir şeyden etkilenmez ve pek tabi ki hiçbir şeyden de sorumlu olmaz. Hayatın bu kadar kıyısında olmak aynı zamanda biraz da hayatı kaçırmak ama, sorumluluk olmaması da ayrı bir rahatlık. 

Kimseyle ilişkilenmeyince ister istemez kaçıyor hayat. Çok da umurum değil şu sıralar hayatı yakalamak. Geçici bir süre için durup beklemek ve sadece izlemek aslında çok da iyi gelebilir. Ama insan bir rehavete kapılmaya görsün, ilişkilenmedikçe sorumsuzlukların rahatlığı bir o kadar çekici gelmeye başlıyor. O zaman ruhunu kapatanları biraz daha anlayabiliyorum. Kimisi bir hayal yaratıyor ve sadece o hayalin içinde kalmak adına kimseyi içeri almıyor, kimisi ise duygu cimrisi, içindekini paylaşmaktan ödü kopuyor, bazısına da ‘‘allah’’ vermemiş diyelim geçelim, çok kurcalarsak Freud ve avanesi pencereden el sallamaya başlıyor.

Neyse ki benim ilişkilenmeme  durumlarım çok da uzun sürmez, yani uzun süreliğine muz modunda kalmayı düşünmüyorum. Vıcık vıcık çilek hallerinden gına geldiği için olsa gerek bir süreliğine meyve halimi değiştirmek istiyorum. İnsan zaten bir uçtan diğerine savrulmadan dengesini bulamıyor. Zaten işin en keyifli tarafı, şu tahtıravalli misali hayatta, bir yukarı bir aşağı giderken arada, saniye bazında yakaladığımız dengenin farkına varıp tadını çıkarabilmek. Ya hep ağır çekip oturan olsaydık da, çakılı kalmış olduğumuz noktada zamanımızı doldursaydık? Veya hep tepede kalıp, tepeden gördüğümüz dünyadan bir şey anlamasaydık? İnsanların gözlerine bakmayarak kaçırdıklarımızın hesabını kim tutabilir ki...



6 Ekim 2010 Çarşamba

YAZAR TIKANIKLIĞIMI NASIL BİR YALANLA AŞSAM!

Şu aralar henüz yazar olmayan bendeniz, bir yazar tıkanıklığı yaşıyorum. Bunu bir iki roman, birkaç hikaye, biraz ordan buradan deneme falan yazıp, sonra yaşasaydım, çok da büyük bir havam olurdu, ama, daha başı sonu belli bir şey yazmayı beceremediğim için, sadece tüyler ürpertici – tabi benim açımdam, sizlerin değil – bir durum bu!

Bu tıkanıklığı çözebilmek için gerekli kafa dağıtma operasyonları yapsam bile, ki bunlardan bir tanesi oda boyamak ve eğer biraz daha devam edersem, taze boyanmış odalar koktuğu için oradan oraya savrulan ve her gece başka bir odada uyumak zorunda kalan ev halkı sonunda isyan edecek, bir diğer çözüm arayışım ise eski yazılarımı bulup, onlar üzerine kafa yormak.
Eski yazılar derken, bayağı eski yazılar demek istiyorum, yani daha lise, üniversite yıllarında oraya buraya çiziktirdiğim yazılar…
Onları okuyarak bu günlere fikir çıkartmaya çalışırken, gördüm ki, o zamanlar yazdıklarımı yayınlatmak adına bir şey yapmamam herkes için çok hayırlı olmuş.

Mesela bilim kurgu yazarı havalarına girip yazdığım ‘’Organ Üretim Çiftliği’’ adı altında bir hikayem var ki, kadınların ve erkeklerin belli bir ücret karşısında birlikte oldukları ve hamile kalan kadınların doğuma kadar çiftlikte misafir edilip, doğumdan sonra bebekleri alınarak, gerekli organların temin edildiği bir yeri anlatıyor. Kahramanlarımız bu işi yaparken birbirlerine aşık olup, bebeklerini kurtarmak için çiftliğin yetkilileriyle ‘’amansız’’ bir mücadeleye giriyorlar. Acayip uçuk olmak adına başlayıp, Hollywood’vari bir devamı olan bu hikaye, sanırım o aralar tüm arkadaşlarımın benden uzaklaşmalarına, ailemin de önüme ilk çıkan insanla beni evlendirmeye kalkmasına sebep olabilirdi.

Yazdığım bir iki hikayeyi daha buldum ama hala ne anlatmak istemişim çözemedim, bir ara anlarsam buraya da yazarım diye düşünüyorum.

Yazar tıkanıklığı veya benim şu anda yaşadığımı sandığım durum,gerçekten çok garip bir duygu! Gördüğüm, düşündüğüm, yaşadığım her şeyden bir hikaye, bir kurgu çıkarıp yazmaya çalıştıkça, daha da büyük bir girdabın içine girip, ‘’bu da yazmaya değmez!’’, ‘’yok canım, bu kimi ilgilendirir ki?’’, ‘’amaaann çok  sıradan oldu…’’ gibi sonuçlara varıp hiçbir şey yazamıyorsunuz. Yani ‘’hayatım roman’’ geyikleri burada pek işe yaramıyor. ‘’Acaba şimdi kime aşık olucam!’’ demek ve beklemek gibi bir şey bu! Böyle olunca aşk komik, yazı anlamsız, dünya sıradan, hayat heyecansız ve nihayetinde sayfa boş oluyor…

Sonra farkediyorum ki, kendimi ortaya koyma cesaretim arttıkça, mücadele etmeye, mücadele ettikçe, dürüst olmaya, dürüst olmaya başladıkça da, yalan söyleme heyecanımı yitirmeye başlıyorum. Yalan söylemeden yazar olunmaz ki! Bu döngünün içinden çıkabilmem için çok acil yalanlar bulmam gerekiyor. En kısa zamanda hem de! Yoksa oradan buradan aşırdığım bilimsel makaleler dışında pek bir şey okunamayacak bu köşede...Hadi hayırlısı!




29 Eylül 2010 Çarşamba

HAYATA GÜVENMEK

Küçükken an tutmaca diye bir oyun oynardım.  Benim için çok özel olduğunu düşündüğüm bir anın farkına varıp, onun tadını çıkarırcasına, beynime kazırcasına, ya da ondan kopamamacasına ‘’bu duyguyu, bu anı hiç unutmayacaksın!’’ diye kendi kendime mırıldanıp, o anı bir resim gibi hafızamda bir duvara asardım. Bu resimler, duvara bakınca bomboş durmayacak kadar çok, ama duvarda her biri net bir şekilde ayırt edilebilircesine de az oldu. Onlar benim tuttuğum anlardı. Topu topu 4 taneydi.
İlkini tuttuğumda 6 yaşımdaydım. İlk gerçek arkadaşlarımdan ayrılırken,  evimizin balkonundan onların gidişini seyrederken.  Bana hoşçakal demek için uğramışlardı. Ertesi gün taşınıyorduk. Birinin adı Türkan, diğerinin Kemal’di. İkisi de benden 2’şer yaş büyüktü. Onlar okuma yazma biliyorlardı ben bilmiyordum. Okula gittikleri için benden çok daha fazla şey biliyorlardı. Ama yine de benle oynamayı seviyorlardı. Bu benim için çok önemliydi. İçten içe Kemal’e biraz da aşıktım sanki. Oysa onun gözü Türkan’dan başka hiçbir şey görmüyordu. Bense Türkan’ı deli gibi kıskanıyordum. Sadece Kemal ona aşık diye değil, daha doğrusu o tarz bir kıskançlık değil. Bir türlü hayranlıkla beraber bir kıskançlık. Onun gibi olmak istiyordum. Onun sevdiği şeyleri seviyor, onun gibi giyinmek istiyordum. Hatta bir gün, onun odası pembe diye, tüm evimizi pembeye boyatmak için saatlerce anneme ağlamıştım. Kemal ise esmer, gözlüklü ciddi bir çocuktu. Tam bir ağabey’di. Biraz her şeyi bilirim tarzı, biraz da ben seni her şeyden korurum tarzı. 
Kimbilir şimdi nerededirler, neler yapıyorlardır. Onları son görüşüm, o balkondan arkalarından bakıp ağlarken oldu. O anı tutmuştum. Hiç unutmayacağım diye kendime söz verdim. Bu anı hiç unutmayacağım. Ve hiç unutmadım. Bugün niye benim için bu kadar özeldiler hala açıklayamıyorum. Belki de ilk yaşadığım bilinçli ayrılış olduğu içindir. Ama bu sadece tahmin. Ondan sonra bu an tutma işi devam etti ve benim hafızamdaki iki tane yan yana yürürken geri dönüp bana el sallayan çocuk resminin yanına başka bir kaç resim daha eklendi.
Son tuttuğum anı anlatmak istemiyorum ama 6 yaşında ne hissettiysem aynı yoğunlukla tutmuştum onu da. Güzel bir resim olarak astım hafıza duvarıma. Bundan sonra kaç tane daha tutarım bilmiyorum. Bunun mutlu olmak veya özel bir gün veya an yaşamakla ilgisi yok. O anı, tutulmaya değer ne yapıyor hiçbir zaman bilemedim. Çünkü ne en mutlu olduğum, ne de en mutsuz olduğum zamanlardı onlar. Tek bildiğim hayata güvendiğimi hissettiğim zamanlardı.
O arkadaşlarımdan ayrılırken 6 yaşında bir çocuk olarak bir sürü arkadaşım olacağını, hepsiyle bir çok şey yaşayacağımı biliyordum.  Oradan ayrılmamak için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Ama hayata güvenmek, bana yeni arkadaşlar, yeni Türkan ve Kemal’ler getireceğine inanmak gerekiyordu.
Bir devamlılık, süreklilik duygusu bu devam edecek duygusu!
 Son zamanlarda en çok yapmak istediğim şey bu. Hayata güvenmek. İnsanlara güvenemesek bile hayata güvenebilirsek hayal kırıklıklarımızı tamir edebiliriz gibi geliyor. Bir sonraki tutacağım anı çok merakla bekliyorum.

26 Eylül 2010 Pazar

HER HAYAL, BİR DİRENİŞ OLSA GEREK!

Bir yazı okudum geçenlerde, neredeydi bir türlü hatırlamıyorum ama o günden beri aklımda bir yolda iki kızıyla beraber yürüyen bir kadın görüntüsü kaldı. Bu kadın bir Afrika kabilesinde yaşıyor. Üç kızı var. Kocası üçüncü çocuk daha bebekken ölüyor. İlk kızını 8 yaşında sünnet ettirip, 12 yaşında ise, doğduğu gün kabiledeki erkeklerden beşik kertmesi yaptırdığı adamla evlendiriyor. Kızı 13 yaşında hamile kalıp, ilk bebeğini düşürüyor. Hemen ardından ikinciye hamile kalıyor ve bu sefer doğuruyor, arkasından yine hamile kalıyor. Kadın bu sıralarda köye gelen ''sınır tanımayan doktorlar'' ekibiyle tanışıyor. Onları dinliyor, o ekipteki kadınlara bakıyor, onlar nasıl da kendilerinden farklı olduğunu görüyor, onlarla konuşuyor, böylece farklı hayatların farkına varıyor. O sırada ikinci kızı 8 yaşına geliyor ve sünnet olması gerekiyor. Ama o kabilesine karşı çıkıyor ve kızını sünnet ettirmiyor. Yapılan beşik kertmesini de iptal ettiğini söylüyor. Üçüncü kızını da sünnet ettirmeyeceğini ve beşik kertmesi ile evlendirmeyeceğini söylüyor. Sonra köye en yakın, (yaklaşık iki saat yürüme mesafesi) okula iki kızını da göndermeye başlıyor. Kızlar okumayı öğreniyorlar. Bu kadın ise hala ilk kızı için ağlıyor. ''Onu kendi ellerimle canlı canlı gömdüm, keşke daha önce bazı şeyleri anlayabilseydim'' diyor.

Haberdeki yaşları ve buna benzer detayları yanlış hatırlıyor olabilirim ama bu haber beni çok etkiledi. Korunmuş evlerimizde, kurulmuş düzenlerimizde çocuklarımız için panterleşebilmek ne kolay, acaba hangimiz farkına varsak bile böyle düzenler içinde farklılaşabiliriz ve üstüne üstlük bir de mücadele edebiliriz, diye düşünüyorum. Bu mücadeleyi verebilecek cesaret hangimizde var?

Bir yandan da, bu işin başka bir boyutuna kafa yoruyorum. Aynı kültür içinde, aynı gelenek ve göreneklerle büyümüş, az çok aynı oranda acı ve mutluluk yaşamış, homojen yapılı bu kabile içinde, neden bir tek insanın sanki bir yerlerinden dürtülmüş gibi, gökten vahiy inmiş gibi, bir farkındalık içine girip bunları yaptığını anlayamıyorum. Neden o sorguluyor da, diğerleri sorgulamıyor, neden oraya giden insanlar onun aklında başka bir dünya imgesi yaratabiliyorlar da, diğerlerinin yaratamıyorlar. Bu bir karakter yapısı mı, acaba diyorum? Nasıl bir genetik özellik ki, bu kadar homojen bir toplulukta ayrıksı bir şekilde varolabiliyor?

Böyle örnekler ilk değil tabi ki, ancak buradaki kadının aykırı farkındalığı bana kaç gündür üst üste sorular sorduruyor. Merak duygusu ve daha iyinin mutlaka bir yerlerde olabileceği beklentisi ile mi hareket ediyor bu insanlar diye düşünüyorum.
Sonra, bir yerde, bir evrimci biolog, genetikçi ve sosyal yorumcu olan Richard Lewontin'in bir sözünü okuyorum: ''Salt kendine doğal geleni yapmak, yalnızca daha iyi dünyaları ve yöntemleri hayal edemeyenleri, olabilecek dünyaların en iyisinde bulunduklarına inananları mutlu edebilir.''

22 Eylül 2010 Çarşamba

YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN; YA DA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL; HEM SEVME, HEM TERKETME, YA DA HEPSİ:))

Yolumuzu aşktan açmışken, son zamanlarda Elif Şafak'ın ''Aşk'' romanını okudum. Ben ergenlik döneminde, herkesin yaptığını yapmadığım zaman daha farklı ve değerli olduğumla ilgili bir yanılsama edinmişim. O yüzden herkes gider Mersin'e ben giderim tersine tarzı bir düsturla, yıllarca kendimi farklılaştırdığımı düşündüm. Çocukluk işte! Şimdilerde bu biçimsel farklılığı aştığımı düşünsem de, halen bazı konularda etkilerini görüyorum. Mesela bu ''Aşk'' kitabında olduğu gibi. Çıktığı gün bir furya ile herkesin elinde dolaşan bu kitabı bir türlü almadım, ''herkesin okuduğu kitaptan ne olur ki!'' diyerek, bir de farkımı koyduğumu sandım. Aradan iki yıl mı, üç yıl mı ne geçti, bilmiyorum, bu yaz bu kitabı okudum sonunda. Yani benim de diğer insanlardan bir farkım yokmuş! Ama bunun sürekli başıma kakılması gerekiyor arasıra ne yapalım!

Gelelim kitaba...
Okuyanlar bilirler, Şems ile Mevlana ilişkisini, günümüzde geçen bir aşk hikayesi ile bağlayıp anlatıyor roman. Öncelikle şu günümüzde geçen aşk hikayesi, ben de şu soruları gündeme getirdi:
40 yaşındaki kadınlardaki aşk arayışı olmazsa olmaz bir psikolojik bozukluk mu? Tarihsel boyutu göz önüne alındığında, her kadının kırk yaşında hissettiği bu şey, psikolojik saçma bir dönem mi? O zaman bu konuyu es geçip, insan psikolojisi ve hatta tıp uzmanlarına devretmek gerekiyor. Yani bebeklik gibi, çocukluk gibi, ergenlik gibi, yaşlılık gibi, ''kırklık'' da bir süreç diyebiliriz. Ellilere gelince geçiyor.
Bunun böyle olması için, mesela, 1930'larda da, 1750'lerde de, hatta 1340'larda da kırkına gelmiş kadınlarımızın, birden kafalarına saksı düşmüş gibi, ''bir dakika ben aşk istiyorum, yaaa!!'' demiş olmaları gerekiyor. Bir zaman makinemizin olmaması ne kötü!

Yoksa bu iş, son yüzyılda kadınların farkındalıklarının artması, aile sisteminin çuvallaması, kısaca, kadınların gözünün açılması sonrasında, aile baskısı ve öğretiler sonucunda yapılan mutlak evliliklerin etkisiyle, kadının kurtuluş olarak romantizmi araması mı?

Eğer ikinci şıksa, bu durum gitgide ağırlaşıyor ve sıklaşıyor diyebiliriz. Bizim, algıda seçicilik misali kendi dünyamıza yakın gördüğümüz bu süreçler, eğer pıtrak gibi tüm dünyalara yayılmışsa vay halimize diyebiliriz. Sistem de çatlak var, birilerinin sıvaması gerekiyor:)

İşin bu kısmı bir yana, asıl söz etmek istediğim ise ''Aşk'' kitabının ana temasını oluşturan Şems ve Mevlana ilişkisiydi aslında...
Bir Sufizm manifestosu olarak karşımıza çıkan romanda, Şems'in, yazarın dilinden ifade edilen sözde 40 kuralı, bir ara o mail'den bu mail'e, o muhabbetten bu muhabbete dolaşıyordu. Bu kuralları okuyunca ''bu nasıl bir hümanizm yarabbi! İnsan bu kadar da mükemmel olabilir mi!'' diyesim geliyordu ama, gel gör ki, romanın bu karizmatik kahramının en uzak olduğu şey de bu hümanizmmiş aslında! Tanrıyı, tüm canlıların suretinde görmek adına söylev çeken Şems'imizin, maalesef sevgilisinden başka bir tek değer verdiği, anlamak istediği pek kimse yokmuş. Herkes nedense onunla, Mevlana arasına girmiş detay engellermiş ve onları birer birer aşması gerekiyormuş. 
Ne Mevlananın eşi, ne çocukları ne de etrafındaki insanlar (dostları, öğrencileri) - insan olarak normal zaafları olan bu karakterler - gerekli empatiyi ve anlayışı göremiyorlar Şems'den. 
Aşk adına, daha doğrusu Mevlana'nın kendisine duyduğu aşk adına, herşeyden vazgeçmesini sınamak için, olmadık isteklerde bulunduğunda, ne sevgilisinin duyduğu rahatsızlık, ne de feda ettikleri onu ilgilendirmiyor. ''Bakalım ''aşk'' için (benim için) daha ne kadarını yapabilir?'' diye sınav üzerine sınav koyuyor.
Kendi yalnızlığında, Mevlana'yı da eritmeye çalışıyor, oysa Mevlana'nın o güne kadar iyi, kötü, köklü, köksüz bir çok ilişkisi var ve bunlar sevdiği bu adamın geçmişini, karakterini, deneyimlerini, iyiliklerini ve kötülüklerini oluşturuyor. Değiştirmeden sevmeyi beceremiyor Şems maalesef. Oysa ilk görüşte ışığıyla büyülendiği adam, o adam olabilmek için bütün geçmişinden beslenmiş ve o güne gelmiş ama bu yetmiyor Şems'e.
Sonra da ezberlemiş gibi bu kuralları sayıyor döküyor, peki bir tek allahın kulu da demiyor mu:
''Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!''

20 Eylül 2010 Pazartesi

AŞK HAKKI...

Biraz daha gayretle az daha anatomi dersine dönmek üzere olan yazılarıma müdahale etmenin zamanı gelmişti. Beyindi, sinirdi, hasardı derken biraz da insanın başına gelebilecek en güzel ''hasar''dan yani ''aşk''tan sözedelim bari.

Kimisi aşkı kutsar ve ona tapar. Tapılan aşk mıdır, aşkın nesnesi midir çok da bilinmez, aslında pek de farketmez. Çünkü aşık, zaten nesnesini öyle bir idealize eder ki, kendi narsizmi ile nesnesinin idealizasyonu da benzer orantıda artar.

Kimisi için aşk bir oyundur. Sadece hayatı besler, eğlence üretir. Özellikle gençlik aşklarımız böyledir. İkili, bazen çoklu oyunlar şeklinde bir üzülüp, bir zıplayıp hayatı şekillendirmeye yarar. Acısı çabuk geçer, tutkusu biraz sosyal biraz tenseldir, içinde en az olanı ise bilgidir.

Bazıları için aşk bir mutluluk beklentisidir, hayat boyu bir arayış, sürekli bir eksikliktir. Onu aramak bulmaktan daha caziptir. Bir üretim fabrikasına dönüştürür insanı. Şöyle bir sanata, edebiyata baktığımızda, bu peşinde koşulan, ama asla yakalanıp da suyu çıkarılana kadar yaşanmayan aşklardan ilham alıp, üretilmiş bir çok yapıt vardır.

Bazıları için aşk sadece zaman kaybıdır. Bir insana teslim olmak, onu kontrolsüz arzulamak, yaşam süresince düşülebilecek en büyük aptallıktır. Nasılsa geçer, öyleyse boştur, anlamsızdır. Onun yerine, bu kontrolsüz bağlılıktan uzak durmak, hatta onu aşağılamak en doğru seçimdir. Çünkü, o bir hastalıktır ve her hastalık gibi zararlıdır. Arkadaşlık ve dostluk aşktan daha değerlidir, orada sınırlar bellidir çünkü. Toplumun değil de, insanın kendi kendine oluşturabildiği ender tabu hallerinden biridir bu bakış.

Kimisi için aşk bir felsefedir, yaşaması da, durması da, acısı da, keyfi de dozunda yaşanır. Dibine kadar hissedilir, ama insanın kültürüyle, bilgisiyle, huyuyla suyuyla paralel yaşanır. Bitse bile anılarla canlanır, içindeki dostluk ve sıcaklık hiç kaybolmaz.

Bence aşk, herkeste ortak yaşanan bazı özelliklerinin yanısıra, herkesin kendine göre yaşadığı ve şekillendirdiği bambaşka özellikler de içerir. O yüzden aslında bir zenginliktir. Tıpkı insanın kendisi gibi. Duygularımız ne kadar zenginse, aşkımız da o kadar zengindir. Ne kadar bencilsek, aşkımız da o kadar bencildir, bazen aşıkımızın nesnesine karşı, bazen de o varlığın dışındaki tüm varlıklara karşı. Aşkın değeri, biraz insanın kendine verdiği değerle ölçülür. Kendine haksızlık yapan insan, aşkına da haksızlık yapar. Çünkü aşk, içimizde büyüttüğümüz, bilgimizi, anlayışımızı, sevgimizi, paylaşımımızı, karakterimizi, geçmişimizi, geleceğimizi harmanlayıp oluşturduğumuz, güçlü yönlerimiz ve zayıflıklarımızla süslediğimiz bir hediyedir. Karşılık beklemediğimiz bir hediye olsa da, karşılığını almadığımızda burukluk yaratır. Çöpe atıldığını gördüğümüzde içimizi acıtır, baştacı edildiğinde yüreğimizi hoplatır.

Bir de şöyle düşünürüm. Evrim ihtiyacımız olan bir çok şeyi korumuş, olmayan bir çok şeyi atmıştır. Sosyal öğretileri bir yana koyarsak, aile, karmaşık organizmaların sosyal tehlikelere karşı bir arada bulunmak için oluşturduğu bir güç birliğidir. Aile içinde aşk yoktur, üretim ve üretileni koruma vardır. Aşk ise her daim bu sistem içinde karşılaşılabilecek bir tehlikedir, bir ayrık otudur. Ama vardır, ve hala varlığını devam ettirmektedir. Demek ki mutlaka yaradığı bir iş vardır:)  Hem sadece insanlar için değil, bir çok diğer karmaşık organizma için de... İnsana düşen, sahip olduğu kültürle, onu en yapıcı, en önyargısız ve en adil bir şekilde oluşturmaktır. Düşmana düşman özellikleri yükleyen de, dosta dost özelliği yükleyen de biziz. Kimse kendiliğinden dost ve düşman değildir. Aşkı da yıkıcı veya yapıcı yapan biziz. Yeterki hakettiği yerde, doğru zamanda ve doğru kişiyle olsun...
Bol aşklı günler herkese...

PS: Geçen gün Hasan Ali Toptaş ile yapılan bir söyleşide şöyle bir ifade okudum: ''Çok sevdim, ama hiç aşık olmadım, şöyle köpek gibi tir tir titreten, iliklerime kadar hissedeceğim, salya sümük debeleneceğim bir aşkı yaşamayı gerçekten isterdim'' Çok samimi ve etkileyiciydi, paylaşmak istedim.

16 Eylül 2010 Perşembe

SIRA GELDİ ''BAŞ BELASI'' DUYGULARA!:)

Son yazımda duyguyu anlatmaktan söz etmiştim. Tabi ki buna hazırlanmak bayağı zaman aldı. Duygu davranış ve düşünce süreçlerinin heryerinde derken aslında çok da abartmış olmuyoruz. Çünkü genel kanının aksine bu süreçlerden farklı bir mekanizma ile çalışmıyor duygu. Kısaca herşey aynı beyinde, aynı sinir bağlantıları ile oluşuyor; sadece beyinde konumlandırıldıkları bölgeler biraz farklı. Bunu da bazı bölgesel beyin hasarları sonrasında (prefrontal lobe dediğimiz bölge) duygu yoksunluğunun gözlemlendiği vakalarla biliyoruz.

Derdim bu mekanizmaları anlatmak değil aslında. Bu mekanizmalara ait yanlış bilgilerimizin bizi götürdüğü çıkmaz yolları anlatmak.
Çünkü bir grup insan duygularımızı ruh dediğimiz ayrı bir soyut varlık bünyesinde konumlandırıp, bunları kontrol edilemez, ne geldiği ne gittiği yer belli olmayan hayaletler gibi görmeyi tercih ederken, diğer uçtakiler ise bunları düşüncenin oluşabilmesi için beyinde gerçekleşen sinirsel iletişimin ''maalesef'' varolan kimyasal yan etkileri olarak açıklamayı tercih ediyor.
Bağırsaklarımızda hazım için çalışan ve gerekli olan bakterilerin ürettiği ''gaz'' gibi yani. (Bir gün duygu ve gaz benzetmesi yapacağımı söyleseler onlara gözlerimi devirip şöyle bir tepeden bakardım herhalde)

Tabi ki referansımız bilim olduğuna göre bu iki bakış açısı da doğru yerine oturmuyor.
İlk grubun yanılgısı yine bölgesel beyin hasarlı hastalar üzerinde yapılan araştırmalarla kanıtlanıyor. Yani çok açık ve net olarak duygular soyut muğlak nitelikler değil.  Çünkü beyindeki doğal veya bilinçli biyolojik ve kimyasal müdahaleler ile duygular üzerinde değişiklik yapılabiliyor.

İkinci grubun yanılgısı ise olguları işleyiş ve süreç olarak açıklayıp, sonuçları kaale almamak olarak karşımıza çıkıyor. Yani duyguları ve hisleri bilişsel ve sinirsel açıdan somut olgular olarak tanımlamak kesinlikle onların güzelliğini veya korkunçluğunu azaltmıyor, sanattaki konumlarını önemsizleştirmiyor, kendilerini bayağılaştırmıyor, ya da ürettikleri çözümlerin değerini azaltmıyor.

Duygularımızın beyinde çıkış noktası olarak konumlandıkları bölge, her türlü yaşamsal deneyimin yer aldığı, yaşamı insan farkındalığı ile algıladığımız ve değer ürettiğimiz bölge aynı zamanda. Burada meydana gelen bir hasar tüm karar verme süreçlerimizi etkiliyor. Bu karar verme süreçleri, insanı bir organizma olarak kabul edersek, bu organizamanın varlığını koşullara en uygun şekilde sürdürmesini sağlıyor. Çünkü karar verme mekanizması, çok seçenekli bir durumda, verilecek karar sonrasında, beynimizdeki düşünce sisteminin harekete geçerek, sonrası ile ilgili imgeleri, zihnimizde canlandırması ile gerçekleşiyor.
Yani varsayalım bir karar vereceğiz. A kararı verirsek işimizde çok büyük bir başarı elde edeceğiz, ama bir arkadaşımızın kalbini kıracağız ve onun arkadaşlığını kaybedeceğiz, B kararını verirsek de arkadaşlığımız zarar görmeyecek ama büyük bir kariyer imkanını kaçıracağız. Aklımız bu iki seçenekte bir sürü imgeyi proseslemeye başlıyor. Ama olaylar her defasında bir ağacın dalları gibi farklı olasılıklara ayrılıyor. Yani duygudan arınmış tamamen rasyonel bir mantık, her iki karar içinde karşımıza inanılmaz sayıda olasılık imgesi çıkarıyor ve bu imgeleri hayattaki daha önceki tecrübelerimiz ve bilişsel donanımımız sayesinde istatistiksel olarak da değerlendirmemiz gerekiyor. Tabi ki bu süreç tıkanıyor. İnsan hayatının böyle bir zamanı yok. Duygusal alana yönelik beyin hasarı gözlemlenen hastalardaki en büyük problem yetkin karar verememe durumu oluyor.

Oysa devreye giren duygular bize bu olasılık imgelerini eleme yardımında bulunuyor. Karar verme sürecinde beynimizdeki imgelerin bizde yarattığı his, hangi yönde gideceğimizi belirliyor. Mutsuz olacağımızı hissettiğimiz noktada daha derin bir prosese girmeye gerek kalmıyor. Bu yüzden de duyguların aktif olduğu insanlar görece daha hızlı karar veriyorlar.
Yani duygularımızı yabana atmamak gerek onlar bizim en büyük rehberimiz aslında. Sezgi dediğimiz şey de son derece otomatik ve hızlı bir şekilde duyguların imgeler üzerindeki etkisinden ibaret. Bu nedenle büyük kaşiflerin ve bilim insanlarının sezgileri çok kuvvetlidir. Gereksiz olanla vakit kaybetmemeyi becerip bazen ''kalbinin sesini!'' dinleyen bu insanlar başta mantıksız gibi görünen bir çok seçimi yaparak inanılmaz keşifler yapabilmişlerdir. Onları en az onlar kadar çalışan diğer biliminsanlarından ayıran ve farklılaştıran da budur.
Bizim sıradan hayatımızda da bir çok kişiye ve hatta bize mantıksız ''irrasyonel'' olarak görünen ama kişisel sezgi ile verilen kararlar, sonrasında büyük mutlulukları beraberinde getirebilmektedir.

8 Eylül 2010 Çarşamba

VEZİR DE OLURSUN, REZİL DE:)))

Son yıllarda yapılan bir çok psikolojik araştırma insanın düşünce ve davranışları arasında bir uyum olduğu zaman mutlu olduğunu ortaya çıkarmış. Bunlardan biri diğerinden farklıysa, sebebi ne olursa olsun, insan birinden birini seçerek diğerine uyduruyor.
Bu süreç bazen bilinçli karar verişler ve farkındalık ile, bazen manipülasyon dediğimiz dış yönlendirmelerle, bazen de farkındalık dışı doğal veya tesadüfi koşullar ile gerçekleşiyor. Okul, eğitim ve sistem, genel olarak düşünce düzlemi belirleyip, bireylerin bu düzlem çerçevesinde davranmalarını sağlarken – ki özellikle toplumsal ahlak burada çok belirgin öne çıkıyor - sık sık karşılaştığımız tarikat, topluluk, kıyafet, cemaat ritüelleri, davranışları belirleyerek düşüncenin oluşmasına yardımcı oluyor.
Bunlar istisnasız örnekler değil elbet ama mutluluğu arayan birey düşündüğü gibi yaşamayı veya yaşadığı gibi düşünmeyi tercih ediyor.


‘’Belli davranışları oturtursak, belli kıyafetleri giyersek, belli şekilde selam verip belli şekilde el sıkışırsak vs. bu davranışların temsil ettiği düşünce sistemini de benimsemeye başlarız’’


Genelde belli amaçlar doğrultusunda oluşturulmuş cemaat, grup,tarikat yapılanmalarında bir strateji olarak gördüğümüz bu yöntemin birey seviyesinde çok daha basit ve sık rastlanan bir yapılanması var.
Aslında sonuçta mutluluk hedefi olduğu için insanın bir savunma mekanizması olarak geliştirdiği bu yöntem, ibresinden şaştığında insanı nasıl bir benmerkezciliğe götürüyor inanamıyorsunuz: ‘’Rasyonalizasyon’’ dan söz ediyorum. Tam çevirmek gerekirse, mantığa uydurma, mantığa büründürme gibi söylesek de, aslında bana kelimenin tam da karşılığı gibi gelmiyor bir türlü bu çeviri...


Bulunduğumuz koşulları, verdiğimiz kararları, isteklerimizi her zaman belli bir mantıkla açıklamak ihtiyacımız var ve bu mantık bizim kültürümüzle, karakterimizle, öğretilerimizle ve ideallerimizle de çok fazla çelişmemeli. Bu da tabi ki her zaman mümkün olmuyor, çünkü insan maalesef su değil girdiği kabın şeklini kolayca alamıyor. Bir yerlerden ittirip, bir yerlerden kısmak, bir yerlerden zorlayıp, bir yerlerden açmak gerekiyor. Bu konuda da en büyük yardımı ‘’rasyonalizasyon’’ dediğimiz sihirli değnekten alıyor. Hani azı karar çoğu zarar durumu var ya, tam da onun gibi bir şey rasyonalizasyon, bize bizim ne olduğumuzla ilgili biraz yol gösterir gibi oluyor ama şakacı bir cin misali, çok inanırsak da kaybolmuşluğumuzla dalga geçiyor.
Kendi sübjektif dünyamızda kendi kendimizi kandıra kandıra ilerlemeye başlıyoruz. Tek hedef ise idealize ettiğimiz mutluluğumzun bozulmaması. Bu korku ile elimize geçen her gerçekçi veriyi ise, insana özel dil ve anlam kurguları ile istediğimiz şekle sokuyoruz. Tıpkı becerikli ve yetenekli hatipler gibi. Onlara ne sorarsanız sorun, cevabı bilseler de bilmeseler de, size ikna edici bir yanıt vereceklerdir. Kendi aklımızda becerikli bir hatip gibi çalışıp bize duymak istediklerimizi söylüyor.
Kendi tuzaklarımıza düşüp, kendi yalanlarımızı yaşamaya başlıyoruz. Ta ki, bir gün yaptıklarımızla gerçekte düşündüklerimizin - aklımız bizi kandırmadan önce - aynı olmadığını görünceye kadar. Bu sefer de başlıyor keşkeler...

Bu durumda rasyonalizasyon bazen bizi vezir de ediyor, rezil de ediyor… Duygu bunun neresinde derseniz, o bu sürecin her yerinde belki de...
Bazen kafayı bir yerlerden çıkarıp ben buradayım diyor, bazen de sinsi sinsi kapı arkasından gülüyor.
Duygunun bütün bu süreçte nerede olduğuyla ilgili daha ciddi! ve de bilimsel bir yazıyı bundan sonraki yazımda paylaşacağım, ve Descartes'ın yanılgısıyla biraz da ben kafa bulacağım:)))