30 Ağustos 2010 Pazartesi

İHTİYACIIMM VAARRR:)))

Annem 81 yaşında! Evde tek başına kalamıyor, çünkü korkuyor. Mutlaka görme alanında bir insan olması gerekiyor, mümkünse bu insan ben olmalıyım tabi ki! Yaklaşık 2 gündür bizde kalıyor, aslında ablamla beraber yaşıyor. Ama ablam artık keçileri kaçırmak üzere olduğu için onu biraz nefes alsın diye tatile gönderdik.
Annem akşam bir şekilde dışarı çıkmam gerektiğinde, önümde yalvarıp yakarıp karanlıkta sokağa çıkmamam için neredeyse kendini kapıya siper ediyor. Sabah kahvaltısını saat 11 de, öğle yemeğini saat 3.15 de, akşam yemeğini de saat 7.15 de yiyior. Eğer bu zamanlamada bir sorun olursa, pazarda kaybolmuş çocuklar gibi etrafta dolaşıp, kocaman gözlerle yemeğin niye hala hazır olmadığını ve bu felaketin nasıl bir sonucu olacağını anlamaya çalışarak, iki ayağımızı bir pabuca sokmayı çok iyi beceriyor.
Saat 4 ve 7 de, beşer dakikalık yürüyüşleri var. Bunlar asla şaşmıyor. Mesela ben tam ona bir şey anlatırken bir anda yerinden kalkıp yürümeye başlıyor, ben ne oluyor, kapı mı çalındı, sağır mı oldum, evi mi terketmemiz lazım, biri mi geldi, ocak mı taştı, yemek mi yandı gibi yüzlerce soruyu bu hareketin arkasından kafamda yanıtlamaya çalışırken, anlıyorum ki onun yürüme vakti gelmiş ve hiç bir kuvvet onu o anda evde atacağı bir kaç turdan vazgeçiremez.
Saat akşamüstü 5 de yiyeceği şeftalinin nasıl soyulması gerektiğini sabahtan tarif etmeye başlıyor. Günde iki defa alması gereken ilaçlarının saatlerini tamamen kendi belirlediği için, bu saatlerden en az üç dört saat öncesinden ilaçların hazılanması ve oturduğu yerin yanına bırakılması gerekiyor. Televizyona bakamıyor, evimizin önünde bir kaç hafta önce mecburen evlat edindiğimiz ama oynayışlarını seyrettikçe içimi huzurla dolduran ve galiba içten içe bağlandığım kediciklere bakamıyor. Gözleri gayet iyi gördüğü halde, hiç bir şey okuyamıyor. Bunların hepsinin açıklaması olarak da ''içim fena oluyor'' diyor.
Tuvalete gitmeden önce kaç dakika içinde döneceğimi bildirmem gerekiyor ve o gerçekten saat tutuyor. Tuvalet muhabbetiniz öngörünüzden biraz uzun sürerse, eh bağırsaklarda en çok söz geçirebildiğimiz organlardan değil elbet, kapının önüne gelip niye hala çıkmadığınızı soruyor. 
Her yemeği yemediği gibi, yiyeceği yemeklerin de her birinin bir hazırlanış seremonisi var. Örneğin, sabah domateslerin çekirdekleri çıkarılacak, kabukları soyulacak, yanına üç zeytin konulacak, dört olursa bu konu bir dahaki sefere üç zeytinin konulacağı garanti edilene kadar tembihleniyor.
Annem 81 yaşında, 4 yıldır önce ajite depresyon teşhisi ile psikiyatrik ilaç kullanmaya başladı. Şu anda inanılmaz bir obsesyonu var.
Annem hiç aşık olmadı. Ama aşka hep değer verdi.
Annem bu sistemin kaale alacağı hiç bir şey üretmedi.
Annem birini, iki yaşındayken kaybettiği beş çocuk doğurdu.
14 yaşında nişanlandı, 16 yaşında evlendi, 18 yaşında ilk çocuğunu bakımsızlık ve hastalıktan kaybetti.
Annem beni 41 yaşında doğurdu. 18 yaşıma geldiğimde o 59 yaşındaydı ve bana ''kızım mutlu olmak için ne yapmak istiyorsan yap, ama lütfen bir hastalık kapma, bir de hamile kalma!'' demişti.
Annem yalan söylemediğim tek insandı.
Sevgilimle beraber oturmak için evden ayrıldığımda karşıma çıkmayan tek insandı.
Bir gün eve gelmiştim, evlenmiş kendi düzenimi kurmuştum, annem arada eve uğrar, yemek bırakır, ufak tefek ev işlerini hallederdi. Masanın üzerinde bir not gördüm:
''Canım kızım,
yemek dolapta, postacı faturaları getirdi, masanın üzerine koydum, bir de geçen gün pazardan o istediğin sepetlerden aldım, onu da mutfağa bıraktım. Çok öpüyorum, annen,
Bir de bu mektup sen okuduktan 20 saniye sonra kendi kendini imha edecektir! keh keh!!''
Bu notu hala saklıyorum.
Geçen gün markete giderken 15 dakika içinde mutlaka geri gelmemi söyledi. saat tutacakmış ve eğer gelmezsem kafayı üşütürmüş. Ben de kahkahalarla gülmeye başladım ''sanki üşğtmedin mi anne'' dedim. Bana o kendini imha edecek notu yazan kadının muzur gözleriyle baktı. O an için, bir tek an için, eski annemdi. 
Ama hepsinden daha önemlisi, beni yanına çağırıp ona sarılmamı ve öpmemi istedi. ''Ne oldu anne?'' dedim, bana ''benim sadece bakıma değil sevgiye de ihtiyacım var'' dedi.
Annem 81 yaşında, ve depressif, ve obsessif, ve deli, ve bazen dayanılmaz oluyor, ama hala sevgiye ihtiyacı olduğunu biliyor.
Ben kaç yaşıma kadar bunu bileceğim acaba?
Peki ya hiç bilmeyenler, onlar ne olacak? 

27 Ağustos 2010 Cuma

VOLÜM AYARLI İLİŞKİLER

Son zamanlarda - belki de hep böyleydi ama ben yeni aydım - insanlararası ilişkilerde bir volüm ayarı söz konusu. Birbirimize cd player muamelesi yapmak nedense çok benimsenen bir durum haline geldi. Canımız isteyince koyuyoruz bir cd, işimize geldiği kadar volümünü de açıyoruz, sonra birden sıkılıveriyoruz veya gereğinden fazla müzik dinlediğimize karar veriyoruz ve kısıveriyoruz sesini. (Tamamen kapatamıyoruz tabi ki, ne de olsa insan bu, ben sadece benzetme yaptım.)
Bunu da, kişisel alanımızı korumak, bireyselliğimize zeval vermemek, özgürlüğümüzü sapına kadar savunmak olarak ifade ediyoruz. Volümü kısılanın ''eh ne oldu şimdi, ne güzel bir ilişki içindeydik!'' serzenişlerini de saygısızlık, anlayışsızlık hatta işgalcilik olarak yorumluyoruz.
CD playerların dinleyen olmadan bir şey çalmalarındaki saçmalık bence insan ilişkilerinde de var. Kimsenin dinlemeyeceği bir şey anlatmak, kimsenin okumayacağı bir şey yazmak, bunu da ''herkes kendi tatmini için üretir canım!'' gibi beylik sözlerle desteklemek biraz korku, biraz güvensizlik biraz da ''kimse beğenmezse ben zaten kendim için yapmıştım''sığınakları yaratmaktan öte bir ruh durumu değil. Tıpkı kadınların ''ben kendim için makyaj yapıyorum'' demeleri gibi! Buna da hep gülmüşümdür, sanki birisi beğensin diye bir şey yapmak çok aciz ve zavallıca bir şey gibi. 
Duyduk duymadık demeyin, millet, toplum içinde yaşıyoruz, sosyal varlıklarız ve sosyal ilişkilerimiz var! İnsanlarla samimi olmaktan korkarak, samimiyet volümünü canımız istediğinde kısıp, canımız istediğinde açarak ilişkilerin içine etmekten başka bir şey yapmadığımız gibi, insan kültürünün en önemli ürünü olduğunu düşündüğüm ''empati'' duygusunun da dibine dinamit döşüyoruz.
Hani bir kirpi hikayesi vardır, kirpiler birbirlerine oklarını batırmayacak kadar uzak ama üşümeyecek kadar da yakın durmayı, zamanla deneme yanılma yoluyla öğrenirler ya, bizler de kirpi kadar olamamanın, en azından bu denemeleri yapacak kadar cesur olamamanın, arada bir tarafımıza ok batsa da önemsememenin, eyvah canım yanacak korkusuyla en yakın kirpiyle çooook önceden belirlediğimiz kesin mesafeleri asla ve de asla aşmamanın sözde güvencesiyle volüm ayarları yapıyoruz. Bazen benim canım hiç müzik dinlemek istemez onun ise bağıra bağıra çalmak ister, bazen de ben hoplayıp zıplamak isterken, o hiç ses vermez, ama ilişkide bulunduğumuz insanları seviyorsak buna katlanırız.
Bugünlerde çok popüler olan ''fedakarlık yapma! yoksa bireysellliğinden olursun, özgürlüğün zedelenir!'' tarzı muhabbetler bana nasıl da gerçekdışı geliyor bilemezsiniz. Fedakarlık yapmadan yaşayamayız, çünkü bu dünyada 6 milyar insanız. Sorun ne kadar ve ne sıklıkta ve hangi adil düzen içinde, nasıl bir empati düzeneği ve nasıl bir vicdan muhasebesiyle bunu yaptığımız.
İnsanlara volümünü ayarlayacağımız cd player muamelesi yapmak yerine, dinlediğimiz cdlerin hakkını versek, zorlanmayı bu kadar da büyütmesek! Bir gün birilerinin de bizim volümümüzü kısmamızı isteyebileciğini, bundan da mutsuz olabileceğimizi ama belki de o an en çok isteyeceğimiz şeyin dinlenilmek olabileceğini arada hatırlasak!..Bireysellik ile bencilliği ve de benmerkezciliği birbirine karıştırmadan ilişkileri yürütebilmek çok mu ütopik olurdu acaba???
Bize bu kadar pompalanan ''kendi kendinin efendisi ol'', ''senin mutluluğun senin ellerinde'', ''iste olsun, bekle gelsin'' mottolarının arkasında biraz da, sistemin empoze etmeye çalıştığı duyarsızlık, dev güçlerin istedikleri gibi at koşturmaları vs. gibi durumlar yok mu? Ben sadece kendimden sorumluyum diye baktıkça, tabi ne Irakta yaşananlar, ne Afrikadaki açlar, ne de başka yerlerde yardım bekleyen insanlar umurumuzda olmaz elbet. Eh, onların da mutlulukları kendi ellerinde ne yapalım!der geçeriz, bir anda!
Bakın, iki insan arasındaki tahammül ilişkisinden konu nerelere kadar geldi. Ama sözün özü aslında hep aynı. Bencil insan bireysellik kisvesi altında karşısındakini ezerken, bireysel mutluluk yaratımı söylemiyle, dünyadaki tüm insani sorunlara da duyarsız kalıyor. Bu bir tavır, bir bütün bence. İnsanların sorumluluğunu alamayan kişilerin davaların sorumluluğunu alması size de iğreti gelmiyor mu?
Duyarlılık iki kişi arasında başlar, tıpkı faşizm gibi(1)!..

1-''Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar'' Ingeborg Bachman
 --------------
Bu arada bir kaç arkadaşım yorum yazmak istediklerini ama ''profil seç'' vs gibi şeyler çıktığını söyledi. Sanırım yorum yazmak için önce izleyici olarak kaydolmak gerekiyor. Sonra yorumunuzu yazıp profil seçeneklerinden google seçeneğini seçip, ekranda çıkan şifre harfleri yazdıktan sonra gönder diyorsunuz.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

KORKUNUN ECELE FAYDASI YOK!

Dün, bir arkadaşımın sigara paketinin üzerinde kuvvetle muhtemel morg olarak tasvir edebileceğimiz bir mekanda, metal bir sedye üzerinde yatan ölü insan fotoğrafı gördüm! Fotoğrafa dehşetle bakarken, bir yandan tam da ''kara mizah'' hatta ''abzürt (özellikle z ile yazdım, yazım hatası değildir:))) mizah'' dedikleri bu olmalı diye düşündüm. İnsanları korkutmak ve sigara içmekten vazgeçirmekten başka her işe yarayabilecek bu fotoğrafa bakarken bambaşka anılara daldım.
Ben küçükken, çok da değil hani, ortaokul yılları falan, voleybol oynamak için gittiğimiz salon, İstanbul'daki Numune hastanesinin içindeydi. Salona giderken hastanenin morgunun önünden geçerdik. Bazen grup halinde antrenmandan çıkardık ama bazen de tek başıma olurdum. Morgun kapısı kapalı olurdu ama içeriyi gösteren ufak bir penceresi vardı. Ölü görmek çok menem bir şey ya, hele o yaşta, mutlaka kafayı bir kere o pencereye yaslar içeriye bakardım.
Bir keresinde sedye üzerinde dolaba girmeyi bekleyen bir kadın cesedi görmüştüm. Kadının en dikkat çekici tarafı, kızıla boyanmış saçlarının diplerinin en az 8-10 santim kadar uzamış beyazlarla dolu olmasıydı. Kendimce romanlarda okuduğum, şimdi o yaşta ne romanlar okuyormuşsun pes! diyeceksiniz de, valla okuyordum allah sizi inandırsın, öldükten sonra insanın tırnaklarının ve saçlarının bir süre daha uzadığına dair bilgiler sayesinde, kadıncağızın saçlarının beyazlarının ölüm sonrası uzayan kısımlar olduğuna karar vermiştim. Gece rüyama giren bu görüntü, uzun yıllar beyaz saçla ölümü bir arada düşünmeme neden olmasının yanı sıra, insanın öldükten bir süre sonra dahi, hala işleyen, hatta buna sönen de diyebiliriz, bir sistem olduğunu fark etmemi sağlamıştı.
Tabi ki, her ne kadar bende böylesine sinir bozucu bir çağrışım yapsa da, sigaranın üzerindeki fotoğrafın, hiç de benim o yaşlarda morgun penceresinden bakarak - bu arada bir morgun penceresinin olması da herhalde ancak Türkiye'de mümkündür! - gördüğüm gerçek ceset görüntüsüyle alakası yoktu. Daha çok solaryuma bronzlaşmak için gitmiş, bu arada hafif canı kestirmek istemiş bir adamcağızın, kendisine haber verilmeden çekilmiş bir fotoğrafı gibiydi.
Yani ''sigara içmeyin! ölürsünüz!'den çok, ''ya burada şöyle uzanırken bir sigara olsa ne iyi olur, keyfimize bakardık'' dedirten, hatta yanında bir de buzlu bir meyve kokteyli ile pek de şık olur duygusu yaratan bu görüntü ile sıradan insanların aklına, en fazla markete gidip bir paket daha almak gelirken, benim gele gele, çocukluk kabusum, uzayan beyaz saçlar geldi. Eh insan her daim pozitif düşünemiyor tabi ki!
Çok dehşet verici bir morg hikayesi olduğunu düşünmüyor olabilirsiniz önemli değil, benim bir de, küçükken yolda bulduğum kesik baş hikayem var ama hepsini de bir seferde yazmayayım, biraz da merak uyandırayım! İnsan bir ömre kaç tane dehşet hikaye sığdırabilir ki, bir ya da iki veya üç, siz deyin dört, ben diyeyim beş, olmadı altı, hadi taş çatlasa yedi! Edgar Alan Poe mezarında ters dönmeden bunların hepsini bir vesile ile size anlatırım, yeter ki o vesile çıksın...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

İSTANBUL'A 3.5 SAAT! İNANMAZSANIZ GİDİN ÖLÇÜN:)))

İstanbul'dan yola çıkarsınız, 3 saat sonra İpsala sınır kapısında şansınız varsa yarım saatte, yoksa 2 saatte işlemlerinizi tamamlattıktan sonra, Yunanistan'a geçersiniz. İpsala'ya kadar tabelallarda ''Malkara, Keşan ve nihayet İpsala'' yazılarını takip edersiniz ama sonra ne olduğunu ancak sağda solda mümkünse hiç okunmamak üzere dikilmiş, silik soluk Yunanistan tabelalarını görmezseniz asla bilemezsiniz. Sanki İpsala'dan sonra bir uçurum var, geçince koca bir boşluk hooop, aşağıya düşüyorsunuz, bizden sonrası kıyamet gibi bir durum var yani! Ama hasbelkader kendinizi sınırın öbür tarafında bulduğunuzda, yol boyunca ters istikametteki kocaman kocaman Tupkia ''Turkey'' yazılarını görünce, bu adamlar bizim öbür tarafta olduğumuzun farkındalar da, biz acep onların burada olduğunu anlamak mı istemiyoruz gibi bir soru geliyor aklımıza.
Yaklaşık bir 30-40km gidince ''Aleksandropoulis'', nam-ı diğer ''Dedeağaç''a geliyorsunuz. Cıvıl cıvıl bir şehir, hele akşamları bir sahili var, bir tarafta barlar, restaurant'lar, balıkçılar, cafeler, diğer tarafta deniz ve yine bir sürü masa çevresinde oturmuş ahali, her yerde başka bir müzik, bir keyif bir keyif sormayın gitsin! Hatta tam da burası biraz Akçay, biraz Marmaris biraz Bodrum, biraz Ayvalık hatta Cunda derken, arkadan bir ses duyuluyor, bir de bakıyorsunuz ki, Türk Folklor ekibi şeklinde giyinmiş rum kızları ellerinde kaşıklar, ''hadi ya da benim elli kilo pastırmam, pastırmam, Konyalım yürü!'' diye şarkı söyleyen bağlamacının önünde dönü dönüp duruyorlar...Açıkçası bu iş ne iştir pek anlamadık ama restaurantların çoğunda türkçe mönü bulunması kadar içimizi ısıttı bu olay diyebilirim.
Balık, meze, rakı derken, insan, bizden mi alınma bu yiyecekler yoksa onlardan mı biz gördük tartışmasının, saçmalığın daniskası olacak kadar boş olduğunu düşünüyor. Acaba, ''uzaya çıkılıp, oradan dünyanın fotoğrafları çekildiğinde ve insanoğlu uzaydan dünyaya bakmayı becerebildiğinde bütün sınırlar kalkacak! diye düşünürdüm ama yanılmışım, daha bunun için çoook uzun zaman varmış'' diyen ünlü bilimadamı ve Gaia kuramının(1) babası James E. Lovelock acaba çok mu iyimser? diye düşünmeden edemiyorum. Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır! deyimini üreten bir kültürün evladı olarak, bir dondurmanın acep kaç yıldır vefa borcu diye düşünüp, kendimi beklentisiz yaşamaya her ne kadar hazırlamaya çalışsam da, olamadığını, bu vefa borcunu, bir dahaki gidişimde ellerimde türk lokumları herkese dağıtarak ödemek isteği ile yanıp yanıp tutuştuğumu da eklemeden edemeyeceğim.
Velhasıl, Aleksandropulis güzel yer, hele biraz daha ilersinde ''Fanari'' (Fenerli) diye bir tatil kasabası var. Tepeden tüm Ege'ye hakim bir manzarada yediğiniz balık, taa annemlerin anlattığı boğazda balık hikayelerini ne maddi ne de manevi hiç de aratmıyor. Bir de uçsuz bucaksız sahiplenilmemiş kumsallarda, sadece sizin rahatınız düşünülerek bir kahve veya kola karşılığı yayılmış şezlonglar ve dikilmiş şemsiyeler ile cote d'azur kıvamı bir deniz, tam da girme de yanında yat duygusu veriyor.
Sonuç; üç günlük bir kaçış, niye daha önce bunu yapmadık ki kabilinden iç geçirmeler, acaba buralarda bir ev alabilir miyiz geyikleri ve Enez'i buralara benzetme idealleri... Yani kısaca yemesi içmesi gezmesi güzel de boş muhabbeti de yanına kar kalıyor işte...

1: James Ephraim Lovelock,  (doğum: 26 Tem. 1919) İngiltere'de yaşayan bağımsız bilimadamı, çevreci ve fütürologtur. Kimyasal ve fiziksel çevreyi kontrol ederek, Biosfer'in gezegeni kendi kendini regüle eden bir sistem olduğunu ileri süren Gaia hiptezinin kurucusudur

19 Ağustos 2010 Perşembe

BEKLENEN FELAKET GELDİ!

Felaket geliyorum demezdi ama bu sefer dedi:) Malum oldu, sıcak falan derken, gerçekten de 1 gün içinde tüm düzenim değişti. Hayatta herşeye hazır olmalı ya insan, ama olunmuyor ne yazık ki!
Bir sabah uyanıyorsunuz mesela, işe gidiyorsunuz, ertesi gün ve daha sonraki gün de gideceğinizi varsayıyorsunuz, eğer tabi bir kaza falan geçirip başınıza bir şey gelmezse, ama olmuyor, bir bakıyorsunuz bir iki saat içersinde öyle şeyler oluyor ki, pılınızı pırtınızı toplayıp işten çıkıyorsunuz. Ertesi günü gidecek bir işiniz olmadan eve geliyorsunuz.
Eve geldiğinizde, yıllardır her sabah aynı saatlerde evden çıkarken rastlaştığınız ve selamlaştığınız komşunuzun evinin önünde bir ambulans var. Ne oldu, der demez öğreniyorsunuz ki, adamcağız gece ani bir kalp krizi geçirmiş ve maalesef kurtaramamışlar. Eh, olsun canım, nasılsa ben de artık sabahları işe gidemeyeceğime göre karşılaşmayacağız demektir, yani pratikte değişen bir şey yok!
Eve girer girmez ise, gördüğüm yüz ifadesi bana şu ana kadar olanların pek de bir şey olmadığını gösteriyor. Yıllardır bizimle beraber olan sevgili yardımcımız aşık olduğunu ve sevdiği adamla evlenmek üzere evden ayrılacağını söylüyor. Tabi işin ucunda aşk var, akan sular duruyor da, ben şimdi ne yapacağım, bu yaşta romantizmlerine kavuşan iki sevgili adına darısı başımıza diyerek sevineyim mi, yoksa işsiz güçsüz, bir de komşusuz bir de yardımcısız, ve de öksüz, ve de yetim, ve de tek başına bir gariban olarak talihime küseyim mi!
Bu arada kapı çalıyor ve markette çalışan çocuk eve su getiriyor. Ama farkediyorum ki, getirdiği su, herzaman içtiğim sudan değil. Bunun markası değişik. Ne oldu diyorum, abla, artık bu markayı satıyoruz, öbürüyle anlaşamadık diyor!
Heyt!! diyorum, olmaz ama bu kadar da olmaz! İnsanın hayatı bu kadar sudan sebeplerle değişmez! Felaketler geliyorum demeli, içeceğimiz su bizden habersiz değişmemeli! Havaya atılan kurşun bizi bulmamalı, başkalarının derdi bizi germemeli!
Elbetteki yazdıklarımın bazısı yalan, bazısı doğru! Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...(kerevet nedir acep?)

17 Ağustos 2010 Salı

SICAK

Havanın durumu gerçekten çok bayıltıcı! Konuya böyle girmek her ne kadar dünyanın en geyik muhabbetini yapmaya aday bir yazı izlenimini verse de, niyetim o değil. Halbuki bir çok durumda, herkes gibi bana da, havadan bahsetmek gerçekten de konuşmanın tıkanmışlığını çözmek adına çok yardımcı olmuştur. Tam da ''havadan sudan'' konuştuk cümlesinin karşılığı olacak şekilde, o kadar çok durumla karşılaştım ki!
Bazen en yakın hissettiğim insanlarla bile böyle konuşmalar yapmak zorunda kaldım. Sonra da ''yakın hissettiğin insanla hava, su muhabbetinden ileri gidemiyorsan boşver bu yakınlığı rahvan gitsin'' sonucuna ulaştım zamanla. Başta da belirttiğim gibi, amacım hava durumunu muhabbet boşluğunu doldurmak için kullanmak değil. Gerçekten hava ile ilgili yazmak.
Bu sıcaklar bende son zamanlarda acayip bir gerilim yarattı. Hatta bu konuda seyrettiğim bir film vardı: ''The keys of Tulsa''. Filmi hatırlamakta epeyce zorlandım. Filmin adında bir Amerikan kasabası vardı, neydi diye saatlerce düşünüp, sonra bilgisayarın başına geçip, tam bir buçuk saat boyunca ABD'deki tüm eyaletlerin kasabalarını teker teker taradım. Arada böyle takıntılarım vardır, halbuki, genelde ne kadar rahat bir insanım! Sonuçta, ''Tulsa'' kasabasını gördüğümde, işte filmin adı böyle bir şeydi diyerek, bu sefer ''all movie guide'' sağolsun, filmi bulmuş oldum. Bu kadar çaba sarfedip hatırladığım filmin ne özelliği olduğuna gelince, tam da şu sıralar içinde bulunduğum durumun, ruh halinin ifadesiydi bu film. Genel olarak son derece sıcak bir kasaba, bir sürü içiçe geçmiş, sırlarla dolu ve maskeli insan ilişkileri, gitgide büyüyen bir gerilim ortamı, sıkıntı ve bunaltı. Filmin başrolünde de sıcak var. Bir yönetmenin sıcağı bu kadar güzel konumlaması ve bu kadar güzel ifade etmesi, insanda yarattığı ve gitgide artan gerginliği bir o kadar da bıkkınlığı ve yorgunluğu bu kadar etkili ve açık bir şekilde verebilmesi beni çok etkilemişti. Bazen film bile sizinle empati kurabiliyorken, insanların kuramaması gerçekten çok şaşırtıcı olabiliyor.
Sonuçta bu aralar bu sıcaklar, bende filmdeki gibi bir gerilim, bir ürküntü bir bunaltı ve hepsinin sonunda bir felaket beklentisi yaratıyor. Sanki birileri ortaya çıkacak ve başalarım bu işe diyerek önüne geleni tarayacak gibi. Umarım bu stres çabuk biter, sanırım bir on gün daha sabredebilirsek büyük felaketi atlatmış olacağız.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

MİDİBUS

Hani bir sürü ismi düşündükten sonra niye böylesine anlamsız ve de hiç ''havalı'' olmayan bir isim buldun diye sorarlarsa, belki birileri sorar belli mi olur; bir açıklama yapayım istedim.
Midibüs benim hayatımda çok önemli bir kavram. Çocukken herkes gibi benim de taşıtları öğrendiğim bir dönem geçti. Tren, vapur, otomobil, uçak vs. Bunların hepsi son derece açık ve netti. Uçak uçar, trenin vagonları vardır ve ray üzerinde gider, vapur denizde gider falan. Hatta bunların versiyonlarını anlamak da hiç zor olmadı. Yelkenlinin yelkeni vardır, zeplin balondur gibi. Tam bu taşıt işini çözdüğüm dönemlerde bir gün annem bana bak bu minibüs dedi. Dolmuş ile otobüs arası kendi şahsına münhasır son derece karakter sahibi bir taşıt. Bunu da öğrenerek sonunda her türlü taşıta hakim olduğumu anladım. Taaaaa, ki, okulda taşıtlar ünitesini okuyana kadar. Havada, suda, karada giden bu taşıtlar arasında bir sürü farklılık ve derecelendirme vardı ve bunlar oldukça açıktı. Ama bir tane vardı ki, doluya koysam taşıyor, boşa koysam kayboluyor, aklımın hiç bir yerinde duramıyor. ''Midibüs'' Bu ne menem bir şeydi ki, ne boyutunu tam olarak tarif edebiliyorlardı ne de işlevini...Arada bir yerlerde sıkışmış, herkesin kafasına göre isimlendirebileceği bir şeydi. bu. Kimine göre 5 metre üzeri, kimine göre 10 metre altı, kimine göre otobüs yavrusu, kimine göre minibüs annesi yani ne idüğü belirsiz bir kavramdı. ''Aşağıdakilerden hangisi midibüstür?'' sorusuna siz okulda ne yanıt verdiniz bilemiyorum ama ben tıkandım kaldım. O günden bu yana bu bakış açısı hayatıma hakim oldu. Hiçbir şey kesin değildir, herşey yoruma bağlıdır...Bir midibüs bana herkesin hayatta birşeylere midibüs muamelesi yaptığını öğretti. Bu somutlaşamayan taşıt bu belirsizliği dolayısıyla, hayatımızdan kavram olarak silinip gitti. Hani şimdi, biraz eski değerlerimizi hatırlamak, biraz ortalarda olmak, biraz belirsizlikleri kucaklamak adına ben de bu ismi çok anlamlı bulup kendime blog ismi olarak seçtim.
Hayatta soyuta geçişimde, madem ortada bir somut midibüs yok, ben de kendi zihnimde bunu istediğim gibi oluştururum, kime ne, fazını tamamlamamda çok önemli bir mihenk taşıdır midibüs. Bir arayış, bir teoridir.
Orta olmanın zorluğu, uçlara gitmemenin sakinliği, empatinin kökü ama bir o kadar da omurgasızlığın ve karaktersizliğin sembolüdür. Midibüs konteksin belirlediği boyuttur. İşimize geldiği gibi yani...

15 Ağustos 2010 Pazar

MİSYONERLİK, SÖYLEM/KARAKTER ÇELİŞKİSİ VE KİBİR

Politik olarak yaşanılan bu süreçleri günlük yaşamımızdaki kişisel ilişkilerde de çok yoğun yaşıyoruz. Birileri bize kendi doğrularını, yaşama biçimini empoze ediyor.
Hayallerinde mutlu olanı uyandırmak, inançlarında huzurlu olanı sarsmak, aşkın biteceğini söylemek, yola sokmak, nasıl yaşanacağını tanımlamak hep birilerinin işi. Bunun arkasında hangi ideolojinin olduğu, hangi söylemin olduğu bir yerden sonra önemini kaybediyor çünkü iş misyonerliğe vardığında, yöntem aynılaştığında içerik önemini kaybediyor.


Bu durumda sorun zihin yapısında, karakter özelliklerinde ve ideoloji öncesi alt kültürde gibi görünüyor. Bu alt kültürün üzerine ister dini, ister solcu, ister sağcı yapılar inşa edilsin, gelinen nokta aynı baskıcı, (yetki gücü, hayat enerjisi, fırsat bulma durumlarına bağlı olarak) mutlak, değişmez düşünme yapıları oluyor...


Bu kişilik yapılarıyla hayatımızda sık sk karşılaşıyoruz. Ancak yanılgımız, onları, ifade ettikleri düşüncenin içeriği ile değerlendirmek oluyor. O düşünce ne kadar hümanist, ne kadar naif ne kadar özgürlükçü ise, kişinin karakteri ile ilgili böyle bir yanılsamaya düşüyoruz. Oysa düşüncenin o kişideki değişmezliği ve direnci bize kişinin karakteri ile ilgli bilgiyi veriyor. Bu noktada ''yobaz dinciler'', ''yobaz solcular'', ''yobaz sağcılar'', ''yobaz liberaller'', ''yobaz hümanistler'' çıkıyor karşımıza. Bunların misyonerlikleri de kendi inandıkları düşüncelere yönelik oluyor tabi ki.


İnsanları değerlendirirken bu yanlışa çok düşüyoruz. Söylemleri karakterle uyuşturarak bir profil çıkarma yanlışlığını yapıyoruz. Oysa, karakter ve alt kültürümüzün ne olduğu, ne kadar özgürlükçü olduğumuzu belirliyor, söylemlerimiz değil. Ve kibir, bu konudaki en önemli engel. Kibirli insanaların ''özgürlükçü'' olmaları artık hiç de inandırıcı gelmiyor.


İdeolojiyi karakter gibi yutturan bir yapıdan geldiğimiz belli. Bütün solcular iyidir, dürüsttür, bütün sağcılar şiddet uygular, kalpsizdir, acımasızdır, bütün dinciler yalancıdır, bütün çevreciler hümanisttir vb. Sanki bütün solcuların insanları seviyor, bütün sağcıların insanlardan nefret ediyor olmaları gerekiyormuş gibi. Oysa birebir ilişkilerde bunun hiç de böyle olmadığını görüyoruz. Değişmek de işte bu noktada önem kazanıyor. Öğrenilmişliklerimizi değiştirmek bize hala hayatı yaşanır kılmaya değer bir amaç veriyor. Bunun ise gerçekte iki düşmanı var;


Biri kibir, diğeri de boşvermişlik. Bunun dışındaki herşey (tembellik, korkaklık vs) değişimin aşabileceği, sadece motivasyona bağlı engeller. Diğerleri içinse maalesef fazla umut beslememek gerekiyor...
Ayşen Özagar