29 Eylül 2010 Çarşamba

HAYATA GÜVENMEK

Küçükken an tutmaca diye bir oyun oynardım.  Benim için çok özel olduğunu düşündüğüm bir anın farkına varıp, onun tadını çıkarırcasına, beynime kazırcasına, ya da ondan kopamamacasına ‘’bu duyguyu, bu anı hiç unutmayacaksın!’’ diye kendi kendime mırıldanıp, o anı bir resim gibi hafızamda bir duvara asardım. Bu resimler, duvara bakınca bomboş durmayacak kadar çok, ama duvarda her biri net bir şekilde ayırt edilebilircesine de az oldu. Onlar benim tuttuğum anlardı. Topu topu 4 taneydi.
İlkini tuttuğumda 6 yaşımdaydım. İlk gerçek arkadaşlarımdan ayrılırken,  evimizin balkonundan onların gidişini seyrederken.  Bana hoşçakal demek için uğramışlardı. Ertesi gün taşınıyorduk. Birinin adı Türkan, diğerinin Kemal’di. İkisi de benden 2’şer yaş büyüktü. Onlar okuma yazma biliyorlardı ben bilmiyordum. Okula gittikleri için benden çok daha fazla şey biliyorlardı. Ama yine de benle oynamayı seviyorlardı. Bu benim için çok önemliydi. İçten içe Kemal’e biraz da aşıktım sanki. Oysa onun gözü Türkan’dan başka hiçbir şey görmüyordu. Bense Türkan’ı deli gibi kıskanıyordum. Sadece Kemal ona aşık diye değil, daha doğrusu o tarz bir kıskançlık değil. Bir türlü hayranlıkla beraber bir kıskançlık. Onun gibi olmak istiyordum. Onun sevdiği şeyleri seviyor, onun gibi giyinmek istiyordum. Hatta bir gün, onun odası pembe diye, tüm evimizi pembeye boyatmak için saatlerce anneme ağlamıştım. Kemal ise esmer, gözlüklü ciddi bir çocuktu. Tam bir ağabey’di. Biraz her şeyi bilirim tarzı, biraz da ben seni her şeyden korurum tarzı. 
Kimbilir şimdi nerededirler, neler yapıyorlardır. Onları son görüşüm, o balkondan arkalarından bakıp ağlarken oldu. O anı tutmuştum. Hiç unutmayacağım diye kendime söz verdim. Bu anı hiç unutmayacağım. Ve hiç unutmadım. Bugün niye benim için bu kadar özeldiler hala açıklayamıyorum. Belki de ilk yaşadığım bilinçli ayrılış olduğu içindir. Ama bu sadece tahmin. Ondan sonra bu an tutma işi devam etti ve benim hafızamdaki iki tane yan yana yürürken geri dönüp bana el sallayan çocuk resminin yanına başka bir kaç resim daha eklendi.
Son tuttuğum anı anlatmak istemiyorum ama 6 yaşında ne hissettiysem aynı yoğunlukla tutmuştum onu da. Güzel bir resim olarak astım hafıza duvarıma. Bundan sonra kaç tane daha tutarım bilmiyorum. Bunun mutlu olmak veya özel bir gün veya an yaşamakla ilgisi yok. O anı, tutulmaya değer ne yapıyor hiçbir zaman bilemedim. Çünkü ne en mutlu olduğum, ne de en mutsuz olduğum zamanlardı onlar. Tek bildiğim hayata güvendiğimi hissettiğim zamanlardı.
O arkadaşlarımdan ayrılırken 6 yaşında bir çocuk olarak bir sürü arkadaşım olacağını, hepsiyle bir çok şey yaşayacağımı biliyordum.  Oradan ayrılmamak için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Ama hayata güvenmek, bana yeni arkadaşlar, yeni Türkan ve Kemal’ler getireceğine inanmak gerekiyordu.
Bir devamlılık, süreklilik duygusu bu devam edecek duygusu!
 Son zamanlarda en çok yapmak istediğim şey bu. Hayata güvenmek. İnsanlara güvenemesek bile hayata güvenebilirsek hayal kırıklıklarımızı tamir edebiliriz gibi geliyor. Bir sonraki tutacağım anı çok merakla bekliyorum.

26 Eylül 2010 Pazar

HER HAYAL, BİR DİRENİŞ OLSA GEREK!

Bir yazı okudum geçenlerde, neredeydi bir türlü hatırlamıyorum ama o günden beri aklımda bir yolda iki kızıyla beraber yürüyen bir kadın görüntüsü kaldı. Bu kadın bir Afrika kabilesinde yaşıyor. Üç kızı var. Kocası üçüncü çocuk daha bebekken ölüyor. İlk kızını 8 yaşında sünnet ettirip, 12 yaşında ise, doğduğu gün kabiledeki erkeklerden beşik kertmesi yaptırdığı adamla evlendiriyor. Kızı 13 yaşında hamile kalıp, ilk bebeğini düşürüyor. Hemen ardından ikinciye hamile kalıyor ve bu sefer doğuruyor, arkasından yine hamile kalıyor. Kadın bu sıralarda köye gelen ''sınır tanımayan doktorlar'' ekibiyle tanışıyor. Onları dinliyor, o ekipteki kadınlara bakıyor, onlar nasıl da kendilerinden farklı olduğunu görüyor, onlarla konuşuyor, böylece farklı hayatların farkına varıyor. O sırada ikinci kızı 8 yaşına geliyor ve sünnet olması gerekiyor. Ama o kabilesine karşı çıkıyor ve kızını sünnet ettirmiyor. Yapılan beşik kertmesini de iptal ettiğini söylüyor. Üçüncü kızını da sünnet ettirmeyeceğini ve beşik kertmesi ile evlendirmeyeceğini söylüyor. Sonra köye en yakın, (yaklaşık iki saat yürüme mesafesi) okula iki kızını da göndermeye başlıyor. Kızlar okumayı öğreniyorlar. Bu kadın ise hala ilk kızı için ağlıyor. ''Onu kendi ellerimle canlı canlı gömdüm, keşke daha önce bazı şeyleri anlayabilseydim'' diyor.

Haberdeki yaşları ve buna benzer detayları yanlış hatırlıyor olabilirim ama bu haber beni çok etkiledi. Korunmuş evlerimizde, kurulmuş düzenlerimizde çocuklarımız için panterleşebilmek ne kolay, acaba hangimiz farkına varsak bile böyle düzenler içinde farklılaşabiliriz ve üstüne üstlük bir de mücadele edebiliriz, diye düşünüyorum. Bu mücadeleyi verebilecek cesaret hangimizde var?

Bir yandan da, bu işin başka bir boyutuna kafa yoruyorum. Aynı kültür içinde, aynı gelenek ve göreneklerle büyümüş, az çok aynı oranda acı ve mutluluk yaşamış, homojen yapılı bu kabile içinde, neden bir tek insanın sanki bir yerlerinden dürtülmüş gibi, gökten vahiy inmiş gibi, bir farkındalık içine girip bunları yaptığını anlayamıyorum. Neden o sorguluyor da, diğerleri sorgulamıyor, neden oraya giden insanlar onun aklında başka bir dünya imgesi yaratabiliyorlar da, diğerlerinin yaratamıyorlar. Bu bir karakter yapısı mı, acaba diyorum? Nasıl bir genetik özellik ki, bu kadar homojen bir toplulukta ayrıksı bir şekilde varolabiliyor?

Böyle örnekler ilk değil tabi ki, ancak buradaki kadının aykırı farkındalığı bana kaç gündür üst üste sorular sorduruyor. Merak duygusu ve daha iyinin mutlaka bir yerlerde olabileceği beklentisi ile mi hareket ediyor bu insanlar diye düşünüyorum.
Sonra, bir yerde, bir evrimci biolog, genetikçi ve sosyal yorumcu olan Richard Lewontin'in bir sözünü okuyorum: ''Salt kendine doğal geleni yapmak, yalnızca daha iyi dünyaları ve yöntemleri hayal edemeyenleri, olabilecek dünyaların en iyisinde bulunduklarına inananları mutlu edebilir.''

22 Eylül 2010 Çarşamba

YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN; YA DA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL; HEM SEVME, HEM TERKETME, YA DA HEPSİ:))

Yolumuzu aşktan açmışken, son zamanlarda Elif Şafak'ın ''Aşk'' romanını okudum. Ben ergenlik döneminde, herkesin yaptığını yapmadığım zaman daha farklı ve değerli olduğumla ilgili bir yanılsama edinmişim. O yüzden herkes gider Mersin'e ben giderim tersine tarzı bir düsturla, yıllarca kendimi farklılaştırdığımı düşündüm. Çocukluk işte! Şimdilerde bu biçimsel farklılığı aştığımı düşünsem de, halen bazı konularda etkilerini görüyorum. Mesela bu ''Aşk'' kitabında olduğu gibi. Çıktığı gün bir furya ile herkesin elinde dolaşan bu kitabı bir türlü almadım, ''herkesin okuduğu kitaptan ne olur ki!'' diyerek, bir de farkımı koyduğumu sandım. Aradan iki yıl mı, üç yıl mı ne geçti, bilmiyorum, bu yaz bu kitabı okudum sonunda. Yani benim de diğer insanlardan bir farkım yokmuş! Ama bunun sürekli başıma kakılması gerekiyor arasıra ne yapalım!

Gelelim kitaba...
Okuyanlar bilirler, Şems ile Mevlana ilişkisini, günümüzde geçen bir aşk hikayesi ile bağlayıp anlatıyor roman. Öncelikle şu günümüzde geçen aşk hikayesi, ben de şu soruları gündeme getirdi:
40 yaşındaki kadınlardaki aşk arayışı olmazsa olmaz bir psikolojik bozukluk mu? Tarihsel boyutu göz önüne alındığında, her kadının kırk yaşında hissettiği bu şey, psikolojik saçma bir dönem mi? O zaman bu konuyu es geçip, insan psikolojisi ve hatta tıp uzmanlarına devretmek gerekiyor. Yani bebeklik gibi, çocukluk gibi, ergenlik gibi, yaşlılık gibi, ''kırklık'' da bir süreç diyebiliriz. Ellilere gelince geçiyor.
Bunun böyle olması için, mesela, 1930'larda da, 1750'lerde de, hatta 1340'larda da kırkına gelmiş kadınlarımızın, birden kafalarına saksı düşmüş gibi, ''bir dakika ben aşk istiyorum, yaaa!!'' demiş olmaları gerekiyor. Bir zaman makinemizin olmaması ne kötü!

Yoksa bu iş, son yüzyılda kadınların farkındalıklarının artması, aile sisteminin çuvallaması, kısaca, kadınların gözünün açılması sonrasında, aile baskısı ve öğretiler sonucunda yapılan mutlak evliliklerin etkisiyle, kadının kurtuluş olarak romantizmi araması mı?

Eğer ikinci şıksa, bu durum gitgide ağırlaşıyor ve sıklaşıyor diyebiliriz. Bizim, algıda seçicilik misali kendi dünyamıza yakın gördüğümüz bu süreçler, eğer pıtrak gibi tüm dünyalara yayılmışsa vay halimize diyebiliriz. Sistem de çatlak var, birilerinin sıvaması gerekiyor:)

İşin bu kısmı bir yana, asıl söz etmek istediğim ise ''Aşk'' kitabının ana temasını oluşturan Şems ve Mevlana ilişkisiydi aslında...
Bir Sufizm manifestosu olarak karşımıza çıkan romanda, Şems'in, yazarın dilinden ifade edilen sözde 40 kuralı, bir ara o mail'den bu mail'e, o muhabbetten bu muhabbete dolaşıyordu. Bu kuralları okuyunca ''bu nasıl bir hümanizm yarabbi! İnsan bu kadar da mükemmel olabilir mi!'' diyesim geliyordu ama, gel gör ki, romanın bu karizmatik kahramının en uzak olduğu şey de bu hümanizmmiş aslında! Tanrıyı, tüm canlıların suretinde görmek adına söylev çeken Şems'imizin, maalesef sevgilisinden başka bir tek değer verdiği, anlamak istediği pek kimse yokmuş. Herkes nedense onunla, Mevlana arasına girmiş detay engellermiş ve onları birer birer aşması gerekiyormuş. 
Ne Mevlananın eşi, ne çocukları ne de etrafındaki insanlar (dostları, öğrencileri) - insan olarak normal zaafları olan bu karakterler - gerekli empatiyi ve anlayışı göremiyorlar Şems'den. 
Aşk adına, daha doğrusu Mevlana'nın kendisine duyduğu aşk adına, herşeyden vazgeçmesini sınamak için, olmadık isteklerde bulunduğunda, ne sevgilisinin duyduğu rahatsızlık, ne de feda ettikleri onu ilgilendirmiyor. ''Bakalım ''aşk'' için (benim için) daha ne kadarını yapabilir?'' diye sınav üzerine sınav koyuyor.
Kendi yalnızlığında, Mevlana'yı da eritmeye çalışıyor, oysa Mevlana'nın o güne kadar iyi, kötü, köklü, köksüz bir çok ilişkisi var ve bunlar sevdiği bu adamın geçmişini, karakterini, deneyimlerini, iyiliklerini ve kötülüklerini oluşturuyor. Değiştirmeden sevmeyi beceremiyor Şems maalesef. Oysa ilk görüşte ışığıyla büyülendiği adam, o adam olabilmek için bütün geçmişinden beslenmiş ve o güne gelmiş ama bu yetmiyor Şems'e.
Sonra da ezberlemiş gibi bu kuralları sayıyor döküyor, peki bir tek allahın kulu da demiyor mu:
''Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!''

20 Eylül 2010 Pazartesi

AŞK HAKKI...

Biraz daha gayretle az daha anatomi dersine dönmek üzere olan yazılarıma müdahale etmenin zamanı gelmişti. Beyindi, sinirdi, hasardı derken biraz da insanın başına gelebilecek en güzel ''hasar''dan yani ''aşk''tan sözedelim bari.

Kimisi aşkı kutsar ve ona tapar. Tapılan aşk mıdır, aşkın nesnesi midir çok da bilinmez, aslında pek de farketmez. Çünkü aşık, zaten nesnesini öyle bir idealize eder ki, kendi narsizmi ile nesnesinin idealizasyonu da benzer orantıda artar.

Kimisi için aşk bir oyundur. Sadece hayatı besler, eğlence üretir. Özellikle gençlik aşklarımız böyledir. İkili, bazen çoklu oyunlar şeklinde bir üzülüp, bir zıplayıp hayatı şekillendirmeye yarar. Acısı çabuk geçer, tutkusu biraz sosyal biraz tenseldir, içinde en az olanı ise bilgidir.

Bazıları için aşk bir mutluluk beklentisidir, hayat boyu bir arayış, sürekli bir eksikliktir. Onu aramak bulmaktan daha caziptir. Bir üretim fabrikasına dönüştürür insanı. Şöyle bir sanata, edebiyata baktığımızda, bu peşinde koşulan, ama asla yakalanıp da suyu çıkarılana kadar yaşanmayan aşklardan ilham alıp, üretilmiş bir çok yapıt vardır.

Bazıları için aşk sadece zaman kaybıdır. Bir insana teslim olmak, onu kontrolsüz arzulamak, yaşam süresince düşülebilecek en büyük aptallıktır. Nasılsa geçer, öyleyse boştur, anlamsızdır. Onun yerine, bu kontrolsüz bağlılıktan uzak durmak, hatta onu aşağılamak en doğru seçimdir. Çünkü, o bir hastalıktır ve her hastalık gibi zararlıdır. Arkadaşlık ve dostluk aşktan daha değerlidir, orada sınırlar bellidir çünkü. Toplumun değil de, insanın kendi kendine oluşturabildiği ender tabu hallerinden biridir bu bakış.

Kimisi için aşk bir felsefedir, yaşaması da, durması da, acısı da, keyfi de dozunda yaşanır. Dibine kadar hissedilir, ama insanın kültürüyle, bilgisiyle, huyuyla suyuyla paralel yaşanır. Bitse bile anılarla canlanır, içindeki dostluk ve sıcaklık hiç kaybolmaz.

Bence aşk, herkeste ortak yaşanan bazı özelliklerinin yanısıra, herkesin kendine göre yaşadığı ve şekillendirdiği bambaşka özellikler de içerir. O yüzden aslında bir zenginliktir. Tıpkı insanın kendisi gibi. Duygularımız ne kadar zenginse, aşkımız da o kadar zengindir. Ne kadar bencilsek, aşkımız da o kadar bencildir, bazen aşıkımızın nesnesine karşı, bazen de o varlığın dışındaki tüm varlıklara karşı. Aşkın değeri, biraz insanın kendine verdiği değerle ölçülür. Kendine haksızlık yapan insan, aşkına da haksızlık yapar. Çünkü aşk, içimizde büyüttüğümüz, bilgimizi, anlayışımızı, sevgimizi, paylaşımımızı, karakterimizi, geçmişimizi, geleceğimizi harmanlayıp oluşturduğumuz, güçlü yönlerimiz ve zayıflıklarımızla süslediğimiz bir hediyedir. Karşılık beklemediğimiz bir hediye olsa da, karşılığını almadığımızda burukluk yaratır. Çöpe atıldığını gördüğümüzde içimizi acıtır, baştacı edildiğinde yüreğimizi hoplatır.

Bir de şöyle düşünürüm. Evrim ihtiyacımız olan bir çok şeyi korumuş, olmayan bir çok şeyi atmıştır. Sosyal öğretileri bir yana koyarsak, aile, karmaşık organizmaların sosyal tehlikelere karşı bir arada bulunmak için oluşturduğu bir güç birliğidir. Aile içinde aşk yoktur, üretim ve üretileni koruma vardır. Aşk ise her daim bu sistem içinde karşılaşılabilecek bir tehlikedir, bir ayrık otudur. Ama vardır, ve hala varlığını devam ettirmektedir. Demek ki mutlaka yaradığı bir iş vardır:)  Hem sadece insanlar için değil, bir çok diğer karmaşık organizma için de... İnsana düşen, sahip olduğu kültürle, onu en yapıcı, en önyargısız ve en adil bir şekilde oluşturmaktır. Düşmana düşman özellikleri yükleyen de, dosta dost özelliği yükleyen de biziz. Kimse kendiliğinden dost ve düşman değildir. Aşkı da yıkıcı veya yapıcı yapan biziz. Yeterki hakettiği yerde, doğru zamanda ve doğru kişiyle olsun...
Bol aşklı günler herkese...

PS: Geçen gün Hasan Ali Toptaş ile yapılan bir söyleşide şöyle bir ifade okudum: ''Çok sevdim, ama hiç aşık olmadım, şöyle köpek gibi tir tir titreten, iliklerime kadar hissedeceğim, salya sümük debeleneceğim bir aşkı yaşamayı gerçekten isterdim'' Çok samimi ve etkileyiciydi, paylaşmak istedim.

16 Eylül 2010 Perşembe

SIRA GELDİ ''BAŞ BELASI'' DUYGULARA!:)

Son yazımda duyguyu anlatmaktan söz etmiştim. Tabi ki buna hazırlanmak bayağı zaman aldı. Duygu davranış ve düşünce süreçlerinin heryerinde derken aslında çok da abartmış olmuyoruz. Çünkü genel kanının aksine bu süreçlerden farklı bir mekanizma ile çalışmıyor duygu. Kısaca herşey aynı beyinde, aynı sinir bağlantıları ile oluşuyor; sadece beyinde konumlandırıldıkları bölgeler biraz farklı. Bunu da bazı bölgesel beyin hasarları sonrasında (prefrontal lobe dediğimiz bölge) duygu yoksunluğunun gözlemlendiği vakalarla biliyoruz.

Derdim bu mekanizmaları anlatmak değil aslında. Bu mekanizmalara ait yanlış bilgilerimizin bizi götürdüğü çıkmaz yolları anlatmak.
Çünkü bir grup insan duygularımızı ruh dediğimiz ayrı bir soyut varlık bünyesinde konumlandırıp, bunları kontrol edilemez, ne geldiği ne gittiği yer belli olmayan hayaletler gibi görmeyi tercih ederken, diğer uçtakiler ise bunları düşüncenin oluşabilmesi için beyinde gerçekleşen sinirsel iletişimin ''maalesef'' varolan kimyasal yan etkileri olarak açıklamayı tercih ediyor.
Bağırsaklarımızda hazım için çalışan ve gerekli olan bakterilerin ürettiği ''gaz'' gibi yani. (Bir gün duygu ve gaz benzetmesi yapacağımı söyleseler onlara gözlerimi devirip şöyle bir tepeden bakardım herhalde)

Tabi ki referansımız bilim olduğuna göre bu iki bakış açısı da doğru yerine oturmuyor.
İlk grubun yanılgısı yine bölgesel beyin hasarlı hastalar üzerinde yapılan araştırmalarla kanıtlanıyor. Yani çok açık ve net olarak duygular soyut muğlak nitelikler değil.  Çünkü beyindeki doğal veya bilinçli biyolojik ve kimyasal müdahaleler ile duygular üzerinde değişiklik yapılabiliyor.

İkinci grubun yanılgısı ise olguları işleyiş ve süreç olarak açıklayıp, sonuçları kaale almamak olarak karşımıza çıkıyor. Yani duyguları ve hisleri bilişsel ve sinirsel açıdan somut olgular olarak tanımlamak kesinlikle onların güzelliğini veya korkunçluğunu azaltmıyor, sanattaki konumlarını önemsizleştirmiyor, kendilerini bayağılaştırmıyor, ya da ürettikleri çözümlerin değerini azaltmıyor.

Duygularımızın beyinde çıkış noktası olarak konumlandıkları bölge, her türlü yaşamsal deneyimin yer aldığı, yaşamı insan farkındalığı ile algıladığımız ve değer ürettiğimiz bölge aynı zamanda. Burada meydana gelen bir hasar tüm karar verme süreçlerimizi etkiliyor. Bu karar verme süreçleri, insanı bir organizma olarak kabul edersek, bu organizamanın varlığını koşullara en uygun şekilde sürdürmesini sağlıyor. Çünkü karar verme mekanizması, çok seçenekli bir durumda, verilecek karar sonrasında, beynimizdeki düşünce sisteminin harekete geçerek, sonrası ile ilgili imgeleri, zihnimizde canlandırması ile gerçekleşiyor.
Yani varsayalım bir karar vereceğiz. A kararı verirsek işimizde çok büyük bir başarı elde edeceğiz, ama bir arkadaşımızın kalbini kıracağız ve onun arkadaşlığını kaybedeceğiz, B kararını verirsek de arkadaşlığımız zarar görmeyecek ama büyük bir kariyer imkanını kaçıracağız. Aklımız bu iki seçenekte bir sürü imgeyi proseslemeye başlıyor. Ama olaylar her defasında bir ağacın dalları gibi farklı olasılıklara ayrılıyor. Yani duygudan arınmış tamamen rasyonel bir mantık, her iki karar içinde karşımıza inanılmaz sayıda olasılık imgesi çıkarıyor ve bu imgeleri hayattaki daha önceki tecrübelerimiz ve bilişsel donanımımız sayesinde istatistiksel olarak da değerlendirmemiz gerekiyor. Tabi ki bu süreç tıkanıyor. İnsan hayatının böyle bir zamanı yok. Duygusal alana yönelik beyin hasarı gözlemlenen hastalardaki en büyük problem yetkin karar verememe durumu oluyor.

Oysa devreye giren duygular bize bu olasılık imgelerini eleme yardımında bulunuyor. Karar verme sürecinde beynimizdeki imgelerin bizde yarattığı his, hangi yönde gideceğimizi belirliyor. Mutsuz olacağımızı hissettiğimiz noktada daha derin bir prosese girmeye gerek kalmıyor. Bu yüzden de duyguların aktif olduğu insanlar görece daha hızlı karar veriyorlar.
Yani duygularımızı yabana atmamak gerek onlar bizim en büyük rehberimiz aslında. Sezgi dediğimiz şey de son derece otomatik ve hızlı bir şekilde duyguların imgeler üzerindeki etkisinden ibaret. Bu nedenle büyük kaşiflerin ve bilim insanlarının sezgileri çok kuvvetlidir. Gereksiz olanla vakit kaybetmemeyi becerip bazen ''kalbinin sesini!'' dinleyen bu insanlar başta mantıksız gibi görünen bir çok seçimi yaparak inanılmaz keşifler yapabilmişlerdir. Onları en az onlar kadar çalışan diğer biliminsanlarından ayıran ve farklılaştıran da budur.
Bizim sıradan hayatımızda da bir çok kişiye ve hatta bize mantıksız ''irrasyonel'' olarak görünen ama kişisel sezgi ile verilen kararlar, sonrasında büyük mutlulukları beraberinde getirebilmektedir.

8 Eylül 2010 Çarşamba

VEZİR DE OLURSUN, REZİL DE:)))

Son yıllarda yapılan bir çok psikolojik araştırma insanın düşünce ve davranışları arasında bir uyum olduğu zaman mutlu olduğunu ortaya çıkarmış. Bunlardan biri diğerinden farklıysa, sebebi ne olursa olsun, insan birinden birini seçerek diğerine uyduruyor.
Bu süreç bazen bilinçli karar verişler ve farkındalık ile, bazen manipülasyon dediğimiz dış yönlendirmelerle, bazen de farkındalık dışı doğal veya tesadüfi koşullar ile gerçekleşiyor. Okul, eğitim ve sistem, genel olarak düşünce düzlemi belirleyip, bireylerin bu düzlem çerçevesinde davranmalarını sağlarken – ki özellikle toplumsal ahlak burada çok belirgin öne çıkıyor - sık sık karşılaştığımız tarikat, topluluk, kıyafet, cemaat ritüelleri, davranışları belirleyerek düşüncenin oluşmasına yardımcı oluyor.
Bunlar istisnasız örnekler değil elbet ama mutluluğu arayan birey düşündüğü gibi yaşamayı veya yaşadığı gibi düşünmeyi tercih ediyor.


‘’Belli davranışları oturtursak, belli kıyafetleri giyersek, belli şekilde selam verip belli şekilde el sıkışırsak vs. bu davranışların temsil ettiği düşünce sistemini de benimsemeye başlarız’’


Genelde belli amaçlar doğrultusunda oluşturulmuş cemaat, grup,tarikat yapılanmalarında bir strateji olarak gördüğümüz bu yöntemin birey seviyesinde çok daha basit ve sık rastlanan bir yapılanması var.
Aslında sonuçta mutluluk hedefi olduğu için insanın bir savunma mekanizması olarak geliştirdiği bu yöntem, ibresinden şaştığında insanı nasıl bir benmerkezciliğe götürüyor inanamıyorsunuz: ‘’Rasyonalizasyon’’ dan söz ediyorum. Tam çevirmek gerekirse, mantığa uydurma, mantığa büründürme gibi söylesek de, aslında bana kelimenin tam da karşılığı gibi gelmiyor bir türlü bu çeviri...


Bulunduğumuz koşulları, verdiğimiz kararları, isteklerimizi her zaman belli bir mantıkla açıklamak ihtiyacımız var ve bu mantık bizim kültürümüzle, karakterimizle, öğretilerimizle ve ideallerimizle de çok fazla çelişmemeli. Bu da tabi ki her zaman mümkün olmuyor, çünkü insan maalesef su değil girdiği kabın şeklini kolayca alamıyor. Bir yerlerden ittirip, bir yerlerden kısmak, bir yerlerden zorlayıp, bir yerlerden açmak gerekiyor. Bu konuda da en büyük yardımı ‘’rasyonalizasyon’’ dediğimiz sihirli değnekten alıyor. Hani azı karar çoğu zarar durumu var ya, tam da onun gibi bir şey rasyonalizasyon, bize bizim ne olduğumuzla ilgili biraz yol gösterir gibi oluyor ama şakacı bir cin misali, çok inanırsak da kaybolmuşluğumuzla dalga geçiyor.
Kendi sübjektif dünyamızda kendi kendimizi kandıra kandıra ilerlemeye başlıyoruz. Tek hedef ise idealize ettiğimiz mutluluğumzun bozulmaması. Bu korku ile elimize geçen her gerçekçi veriyi ise, insana özel dil ve anlam kurguları ile istediğimiz şekle sokuyoruz. Tıpkı becerikli ve yetenekli hatipler gibi. Onlara ne sorarsanız sorun, cevabı bilseler de bilmeseler de, size ikna edici bir yanıt vereceklerdir. Kendi aklımızda becerikli bir hatip gibi çalışıp bize duymak istediklerimizi söylüyor.
Kendi tuzaklarımıza düşüp, kendi yalanlarımızı yaşamaya başlıyoruz. Ta ki, bir gün yaptıklarımızla gerçekte düşündüklerimizin - aklımız bizi kandırmadan önce - aynı olmadığını görünceye kadar. Bu sefer de başlıyor keşkeler...

Bu durumda rasyonalizasyon bazen bizi vezir de ediyor, rezil de ediyor… Duygu bunun neresinde derseniz, o bu sürecin her yerinde belki de...
Bazen kafayı bir yerlerden çıkarıp ben buradayım diyor, bazen de sinsi sinsi kapı arkasından gülüyor.
Duygunun bütün bu süreçte nerede olduğuyla ilgili daha ciddi! ve de bilimsel bir yazıyı bundan sonraki yazımda paylaşacağım, ve Descartes'ın yanılgısıyla biraz da ben kafa bulacağım:)))