27 Aralık 2011 Salı

TEHLİKELİ AKLIN SABUKLAMALARI....

TVde Levent Kazak tarafından hazırlanan ''Heberler'' programına birşeyler yazmam istenseydi, muhtemelen böyle bir şey yazardım ama maalesef bu yazacaklarım bir mizah programının metni olmaktan çok uzak! Ama aynı zamanda başka bir şey olamayacak kadar da trajikomik!
Hani Fransa bir yasa çıkardı, hop oturuldu, hop kalkıldı, çok tartışıldı, yüreğimize oklar saplandı, arkamızdan vurulduk, öldük öldük dirildik, zamanında öldürülen herkesten daha fazla acı çektik!
Bu konuda herkes bir şey yazıyor, çiziyor da, bu sabah okuduğum bir yazıda yazanlar sonrasında, insan zekasının ilerililiğinin ve aynı zamanda geriliğinin, cinliğin ve salaklığın ve becerinin ve beceriksizliğin aynı anda olduğu, gerçekleştiği vuku bulduğu bir duruma şahit olmanın dayanılmaz ağırlığını yaşıyorum.
Şimdi yazıyı yazanın kim olduğu önemli değil ancak bu eleman bayağı bir çalışmış (wikipedya araştırmasını çok iyi yapmış), ve muhteşem bir şey yakalamış. Şu ermeni sorununu, sorunsalını, problemini kökünden çözecek bulguları elde etmiş. Herkes daha yerinde sayadursun bu zat, uğraşmış ve bulmuş! Hem de kaynak olarak sadece wikipedyayı kullanarak! Zaten eskiden bunu keşfedememiş olmanın sebebi bence ''eskiden wikipedya mı vardı be kardeşim'' cümlesiyle çok net açıklanabilir.
Eleman tezine şöyle başlıyor: '' Eskiden biz kendimize Türkiye diyorduk ama İngilizler bize ''Turkey'' demeyi seçtiler! Yani hindi bizim topraklardan Avrupaya yayılınca bize Turkey demeye başladılar. Yani bizim adımız hindiden gelmiyor, onlar bu garip hayvancağızı bişeye benzetemeyip bir isim üretemiyorlar ve ona geldiği yer olan Turkey diyorlar'' (Şu zavallı ingilizlerin akıl kıtlığına bir yanalım önce, dünyadaki binlerce çeşit hayvana isim bulmuşlar ama şu güzide Türkiyeden kaçan hayvana bir isim bulamamışlar!) Biz de böylece hindinin isim babası olup onunla özdeşleşmişiz.
Şimdi konu neydi ne oldu, ermeni sorunundan girip hindiye nasıl geldin, diyebilirsiniz ama biraz sonra yazacaklarım bir şeye nereden girip nereye varma konusunda, hepimizin en ince saç telini bile titretecek bir durumla karşı karşıya olduğumuzu hepinize gösterecek merak etmeyin!
Eleman tüm semantik ve linguistik bilgilerimizi sorgulatacak yeni bir açılımla çalışmasına devam ediyor ve ''Türk'' sözcüğünün kökü ile arapçadaki ''terk'' sözcüğü aynı kökten türemiştir!'' diyerek bize yeni bir ufuk açıyor. Buradan da ''talking turkey, cold turkey deyimlerine gönderme yaparak, bunların bir şeyi terketme, birine bir şeyi bırakma anlamına geldiğini söylüyor.
Buradan çiftleşen hindilere atlayıp genelde toplu halde çiftleşmeye giden hindilerin güçlü olanın aktif hale geldiği bir çiftleşme yaşarken, arada güçsüze de hak tanıyıp ''dişi'' bıraktığı mesajını alıyoruz. Yani hindiler kendileri için en önemli konudan bile arada sırada vazgeçebiliyorlar.
Buradan nereye çufçufluoyoruz peki? Türk, terk, turkey, hindi derken elemanımız diyor ki, Türkler bırakır, vazgeçer kendileri için sonuçta kötü olacağını düşünseler bile bir şeyi bırakabilme yetisine sahiptirler''
Ay yazarken bir şeyler olmaya başladı bile bana, soldan soldan mı geliyor, tünelin önünde ışık mı gördüm, anlayamadım henüz ama gözümün önünde bazı şimşek çakmaları yaşamaya başladığımı söyleyebilirim.
Ama dayanmam gerek çünkü dahası var!
Eleman buradan yola çıkarak, Ermeniler ile Türkler arasındaki farka atlıyor ve diyor ki, ''biz Türkler geçmişimizi geçmişte bırakma becerisine sahipken Ermeniler geçmişlerini geleceğe taşıyorlar''
Yani Türk ve terk aynı kökten bu yüzden biz bırakıyoruz!
Yani Hindi, yani ingilizlerin isim veremediği Turkey çiftleşirken bile ''si...ş'' hakkını arada güçsüze bırakabiliyor
Yani o yüzden Turkey ismi Hindiye cuk oturmuş
Ya da hayvanlara Turkey dendiktenten sonra adını aldıkları ulusa yakışır birer hayvan olma yolunda gururla çiftleşiyorlar
Yani Ermeniler sözcük köklerinde ''bırakma'' gibi anlamlara sahip olmadıkları için geçmişi bırakamıyorlar
Ya da onlar Ermeni zaten, kelime kökü ne olursa olsun Türk olmadıkları için bırakamazlar (genetik yani)
Zaten geriye bakma ileri bak, geçmişte yediğin naneleri unut, boşver gitsin! Unutamayanlar düşünsün, hatta psikoloğa gidip geçmişleriyle hesaplaşsınlar
Bir de Hindistan var onu da ben uydurdum
Hindistan türkiyeden giden hindilerin kurduğu bir ülke olabilir mi?
Onlar nasıl çiftleşiyorlar acaba, toplu mu yoksa tekil mi?
Arada birbirlerine bir şeyleri peşkeş çekiyorlar mıdır sizce?
Ermenilerle bir alakaları var mıdır?
Ermeniler çiftleşirken çok mu bencil oluyorlar?
Hindi ve Ermeni arasındaki ortak nokta Türk müdür?
Türkler unutur mu, bırakır mı, gider mi?
Ermeniler ne yapar?
Bir gün bir Hindi, bir Türk, bir Ermeni ve bir Hintli bara girmiş...hadi leennnnnn hepinizi şimdi!!!!!

1 Aralık 2011 Perşembe

SEVMİYORUM İŞTE!!!

Artık aşk yok çünkü herkes kendisine aşık!
 
Çok uzun zaman önce okuduğum bir yazıda bunu not almışım. Yazardan binlerce defa özür diliyorum, çünkü adını yazmayı unutmuşum! Ne büyük saygısızlık! Ben böyle güzel laflar edeceğim, birileri nemalanacak, ama adımı bile anmayacak! Yani bu durumda, kendimle bu yazıyı yazıp yazmama konusunda oldukça büyük bir mücadele verip, sözcükleri arka arkaya googlelayıp, yine de yazanı bulamayınca, bari ''sözlerim birileri tarafından değerli bulundu'' diye sevinir avuntusuyla, sonunda yazmaya karar verdim.
 
İlk satırdan başlamak gerekirse, aşkın zaten çok bireysel yaşanılan bir duygu olduğu ile ilgili tüm saygıdeğer filozoflar ve de konuyla ilgili çalışan psikologlar aynı fikirdeler. Yani aşkı yaratıyoruz, yaşıyoruz tüketiyoruz vs, ama bütün bunları, aşkın nesnesini sadece kullanarak biz yapıyoruz. Kafamızdaki tanımı karşımızdakine yansıtmak, çoğu zaman da dayatmaktan başka bir şey yapmıyoruz.
 
Zaten aklımız başımıza gelip de, rüyadan uyanınca neleri kafamızda ne kadar eğip büktüğümüzü de görmüş oluyoruz. Bazıları bu rüya durumuna +/- 3 yıl diyor. Bence bu uyku bağımlılığıyla doğru olarak değişebiliyor. Kimisinin rüyası 15 saniye, kimisi ise Cristopher Nolan bey'imizin ''inception''da buyurduğu üzere, bir ömür olabiliyor. Yani kısaca katmanlaşma meselesi diyebiliriz buna.
 
Ne kadar rasyonalizasyon becerisi, o kadar katman, o kadar rüya, o kadar mutluluk...Denklem basit de uygulama biraz ağır!
Sonuçta yine geldiğimiz nokta, aşkın ömrünün bireyde bittiği veya uzadığı durum oluyor.
 
Ama adı bilinmeyen daha doğrusu hatırlanamayan yazarımızın aşk derken, belki de anlatmak istediği çok daha geniş bir kavram olan ''sevgi'' olabilir mi, diye düşünüyorum. Yani kimse artık kimseyi sevmiyor, çünkü herkes kendini seviyor deseydik biraz daha anlamlı olur muydu?
 
Ben yine oturduğum yerden ahkam kesme modunda olaraktan ''olurdu'' diyorum.
İnsanlara kendilerini sevmelerini sürekli öğütleyen bir sistem içinde yaşıyoruz. 
''Sev, kendini!'', ''Sen bir tanesin'', ''En değerli sensin!'', ''...ir et başkalarını!'' ''Kendini sevmenin 999 yolu!'', vb gibi bir sürü kitap, program terapi her yanı sarmış durumda! Şöyle bir kitapçıya gittiğiniz zaman kafayı bir kaldırıyorsunuz, her yer bu kitaplarla dolu.
Valla ben biraz utanıyorum kitapçıda. Vay ben neymişim yahu diyerek kafayı montumun yakaları arasına gizleyip, atkıyı biraz daha yukardan bağlayıp, ''yok yok abartıyorsunuz canım valla çok bi şiy değilim yani'' edalarıyla, dar atıyorum kendimi dışarı. 
Herkes kendini sevecekmiş kardeşim!
Niye? Çünkü insanız diye! Yani yanıt çok kolay!
İster yukarda birisi bizi insan olarak bu evrene gönderdi diye, isterse dna'larımız tesadüfi bir insan türü canlısı olarak bir araya gelip, sonunda bu hale evrimleştik diye mutlu olmalı ve kendimizi sevmeliyiz.
 
Sevgi doğada salt bulunan bir kavram mı, yoksa insanın bazı davranışlara atfettiği bir anlam mı, burası tartışılır, ama sevginin bir gaz bulutu gibi dolaşmadığı bir gerçek. Yani bir yerden türüyor sevgi. Eğer türettiğimiz yere de bazı değerler oturtamıyorsak, ortada kalıyor ve boşalıyor sevgi.
 
Yani herkesi sevelim de, niye sevelim? Herkese adil olalım, herkese eşit hak verelim, elbette bunlar tartışma konusu bile değil bence, ama herkesi sevmeyelim! Bırakalım sevginin değerleri sübjektif kalsın. Kendimizi de hakettiğimiz için sevelim ki, haketmek adına hayat boyu bir şeyler yapmaya devam edelim. Yoksa sadece ortaya çıktık, varolduk diye kendimizi sevmek biraz fazla narsistçe olmuyor mu? Narsizmin içi boş kutusuyla kendimizi sunmayalım.
''Kendimi seviyorum çünkü'den sonra söyleyecek iki çift sözümüz olsun.
Valla ben herkesi sevmiyorum, çoğu zaman kendimi de sevmiyorum ama o kadar çok sevmek istiyorum ki! En azından böyle avunuyorum...

21 Kasım 2011 Pazartesi

PAM.......ŞŞŞTTTT!!!

Uzun süredir yazamıyorum çünkü yazıya ''dinleyin sevgili pampişlerim'' başlığı ile başlama dürtümü tedavi etmeyi ancak başarabildim! Bu tedavi olmuş halidir kimse tek laf etmesin!
Cümleler pampiş modunda başlayınca pampiş modunda devam edecek diye korkudan öle öle, bari bir süre ara verirsem, bu durumdan paçayı kurtarırım diyerek bekledim, biraz düzeldim, ama bu sefer de, pampişsizliğin dayanılmaz ağırlığı altında, bir arkadaşımın deyimi ile "beyin ölümü gerçekleşmiş'' ülkemde herhangi bir konuda fikir belirtmenin, körler sağırlar birbirini ağırlardan öte bir anlam ifade etmediğini düşünerek hiç bir şey yazamadım.
Düzelmedim, ama insan bu, her ortama ayak uydurabilmeyi başarabilmiş evrimsel mucize misali, kendimi yine bir şeyleri yazarken buluverdim.
Bu yazının bir konusu olacak mı diyenler için, vallahi de billahi de ben de henüz bilmediğimi söyleyebilirim. Yani laf olsun torba dolsun, yazı olsun sayfa bitsin misali başladım ama nereye gider, ben giderken siz gelir misiniz, gelirseniz de umduğunuzu bulur musunuz, orası allah kerim!
Biraz ciddileşmemiz gerekirse, şu aralar Erdemin Kökenleri'' adı altında bir kitap okuyorum. Meraklısı bilir kitabın yazarı Matt Ridley, daha önce ''Genom'' adlı kitabıyla karşımıza çıkmıştır. İnsanın ne menem bir şey olduğu konusuna kafayı takmış biri olarak,( eğer ufak da olsa bir ipucu bulamazsam gözüm açık gidecek), bu amcamın kitabı benim için oldukça ilgi çekici oldu. Okuması zor, biraz bilimsel terimlerden anlamak, biraz evrim biraz antropoloji, biraz zooloji vs falan bilmek gerekiyor ki, ben kitabı çok rahat okuyabiliyorum... (anladınız siz onu!). Her ne kadar Matt Bey kitabında bilimsel araştırmalar ve çalışmalardan yararlanarak, canlıların özünde ''altruistik'' (kendinden önce başkasını düşünebilen) bir özellik olduğunu anlatmaya çalışsa da, bana her geçen gün daha da yabancı gelen bu düşünceye, ''hadi lennn!!!'' diyesim geliyor!
Hatta son zamanlarda ''empati''nin bir çiçek adı, toleransın bir çeşit motor türü, rasyonel'in de profesyonel bir dansöz adı olduğuna inanmaya başladım. Böylesi çok daha kolay, kendinizi ikna etmek için düzinelerce kitap okumaya gerek kalmıyor, biraz çevrenize bakıp, biraz da gazete okuyunca, tüm bilimsel araştırma sonuçları elde ettiğiniz gözlemin yanında solda sıfır kalıyor. Yani boşu boşuna Matt beyin yıllarca emek vererek bilimsel araştırmalardan derlediği, içinde günümüzün önde gelen bilim insanlarının bir sürü fikri, yorumu, hatta kabulu olan maddelerin yer aldığı bu kitabı kesinlikle okumayın diyorum. Değmez, uğraşmayın! Pampişsiz bir hayatın içinde kaybolup gitmeyin.
Ben dedim size, ben giderim de, siz gelirseniz neyle karşılaşırsınız bulduğunuz size yeter mi, onu bilemem diye!
Yani aranızda hala saf saf, insanın iyiliğine olan inancını yitirmemiş olanlar için şiddetle tavsiye edeceğim bu kitapta, Matt Ridley, toplumların ortaya çıkış nedeni olarak akıl ve vicdan gibi, son derece değişken özelliklerimizin değil de, varolabilmek için gerekli milyonlarca yıllık genetik programımız olduğunu söylerken, aslında biraz o muhteşem zekamıza da bel altı vurmuş oluyor. Olsun, biz yine de pampişliğimizle çok mutluyuz, gerisi vız gelir, tırs gider vallahi...
Hani bu ne alaka şimdi diyenlere de son sözüm, ben size cenneti vaadetmemiştim ki zaten!

28 Temmuz 2011 Perşembe

TEPKİ BOZUKLUĞU DURUMLARI

İnsan bazen tepki bozukluğu dediğimiz bir semptom gösteriyor. Tabi tepkilerin hangisinin bozuk hangisinin düzgün olduğunu, neye göre belirlediğimiz ayrı bir yazı konusu olabilir, ama biz şimdi o konulara girmeyelim ve bozuk tepkilerimizi genel kabul üzerinden değerlendirelim.
Bu semptomu sabah gazete okurken fazlasıyla gösterdim. Silopi'de polisin attığı gaz bombasıyla ölen 13 yaşındaki çocuğun haberini okuyup; işte, cenazesinde birileri şehit sloganları atarken, bir yandan polisin terörist muamelesi yaptığı bu çocukla ilgili sağdan soldan alınan yorumlar ve pek tabi uzman görüşleri arasında, eminim ki yılların birikimi ve özeni ile son derece iyi niyetle alınmış bir görüş vardı ki, bende bu tepki bozukluğu durumunu tetikledi. Pedagog Dr. Melda Alanter demiş ki: ''Fikirleri olgunlaşmış değil. Korunmaları gerekir. Kullanılmaları çocuk haklarının ihlali. Hayata bakış açılarını olumsuz etkiler, güven duygularını zedeler. Hafızalarını uzun süre etkiler''
Melda Hanım bu yorumu gösteri için öne sürülen genç yaşta çocuklar ve pek tabi ölen Doğan için yapmış.
Hani bazen beyin kısa devre yapar. Yani, üzücü veya dehşete düşürücü bir durum söz konusudur ve bir tepki üretirsiniz, bu tepki normalde ağlamak olabilir, öfkelenmek olabilir, bağırmak olabilir veya bende sabah olduğu gibi, beynin vereceği bütün bu tepkileri absürd ve yetersiz bulması sonucu gülmek olabilir. Sanki gülmek verilebilecek en aykırı tepki olduğu için gerekiyormuş gibi. Hani ''bir kahkaha bir kilo pirzola değerindedir!'' derler ya, bu kahkaha bin falaka gibidir. Gülerken canınız acır, kaslarınız gülme eylemini gerçekleştirirken, normalde endorfin salgılamak durumunda olan beyin komuta merkezi sapıtır ve kalbiniz fiziken acımaya başlar. Beden ve beynin bu kadar uyumsuz olduğu durumlar, işte böyle saçma, anlaşılması imkansız durumlardır.
Dr. Melda Hanımın yaptığı açıklama da, bende işte böyle saçma bir durum yarattı.
Çocuk, amcasının evinde, ona ve 6 kardeşine ayırdığı bir göz odada kalıyor. Kışın gittiği okulunun önünde, kardeşlerine ekmek parası çıkarabilmek için dondurma satıyor. Annesinin nerede olduğunu okuduklarımdan çıkaramadım, ama bir yerlerde, uzak bir yerlerde, kimbilir nerelerde, para kazanmaya çalışıyor, ama çocuğunun çocuklarının yakınında bir yerlerde değil. Babası sınır kapısında kamyonla yük taşıyor, para kazanmaya çalışıyor ama çocuğunun, çocuklarının yakınında bir yerlerde değil, öyle ki musallada iki saat bekletilen çocuğunun cenazesine bile yetişemiyor. 6 kardeş en küçüğü 1.5 yaşında! Babası, ölen oğlu için ''evimin direğiydi'' diyor. Çocuk 13 yaşında, ne küçük bir direk değil mi!
İnsan bu hayata bakıp, çocuğun eline taş verip polise doğru yürütenlerden önce, hangi fikirler neyin olgunluğu, nerede korunmak, hangi/hani çocuk hakkı, hayata bakış açısı mı, o da ne?, güven duygusu... pardon ne demek istediniz?, hafızanın uzun süre etkilenmesi mi dediniz, hafızanın kendisi nerde ki? gibi sorularla işte benim gibi aklına kısa devre yaptırıyor.
Cümle bile kuramıyor insan, özne, yüklem hepsi birbirine karışıyor, bu delilik hali bende taşmaya başlıyor, iki gün önce adını Yılmaz Közlemedil olarak hatırlamak isteyeceğim bir hortkuluğun ölüm karşılaştırmalı yazısı geliyor aklıma. Bir uyuşturucu kokteyli ile ölmüş kadının arkasından ağlayacağınıza, doğuda ölen askerler için ağlayın diyor. Sanki üzülmenin, sevmenin, acının, keyfin bir sınırı varmış gibi. Bu ay kotamız dolu baylar bayanlar, ancak bazılarının ölümü için üzülebiliriz yoksa olmaz! Lütfen sıraya giriniz. Ölüm nedeniniz üzülünme derecenizi de belirleyecektir. Formları doldurun mutlaka kaşeleyin, yoksa ulu hortkuluk nezdinde üzülünmeye değmeyenler sınıfına alınırsınız, hoş sizin umrunuzda mıdır ki, adam kıçıyla dalga geçip üzülmeye değer görmediği sizler için''Janis Joplin, Jim Morrison, Jimi Hendrix, Kurt Cobain, ne var yani bir eksik bir fazla, bir de Amy ölmuş, burada askerler ölüyor ey millet! kendine gel!'' diye bağırmış, size giren çıkan yoktur elbet siz zaten ölmüşsünüz, birileri de üzülmüş sizin için, birileri de anlamış sizi, anlatmak istediklerinizi... 
Dünyaya bir anlam katabilmek, kendince bir anlam değil ki bu zat için, tek derdi popkulis yazılarla köşelerine köşe, kitaplarına kitap katmak olunca, kotayla üzülmek onun anlamı oluyor bir anda. 
Bütün hayatı çocuk hakkı ihlali olan bir çocuğun eline taş vermeye, çocuk hakkı ihlali diyenleri okumak, sonra da orada burada ''besledik, vergi verdik hala adam olmadılar, bizim paramızla yaşayıp bir de hak istiyorlar, bak şu utanmazlara'' diyerek ''düşün yakamızdan yahu'' diyenleri duymak, bu saçmalık, bu hastalık, bu toplu delilik insanda cümle mi bırakıyor sanki...

26 Temmuz 2011 Salı

HAYATINI ANLATABİLEN AMY.

Melodisinde bir gizem, bir sır, bir dürtü, bir yakınlık, bir hoşluk, bir bişey bulduğum şarkılar olduğu kadar, içinde geçen bir cümlenin dannn diye kafama vurduğu şarkılar da vardır. Bazen de, bu ikisi birden olur, vayyyy bee, bu nasıl şarkı diyerek suyunu çıkarana kadar dinlerim, her yerde yanımda olsun, yine dinleyeyim, yine tüketeyim, yine yaşayayım aynı duyguyu, bir daha hissedeyim, bir daha o hayali düşüneyim, bir daha o yumruğu yiyeyim diye...
Ama bir de bir şarkı değil de, aynı insanın söylediği bir kaç şarkıda bu duyguyu hissedebilmişsem, işte bu insanın hayranı oldum bile ben, çok sevdim bile bu insanı, hatta saatlerce ayakta durmak yüzünden benim için keyiften çok işkence haline gelmeyen başlayan, ama yine de ''onu da canlı seyrettim, bir daha nerdeeee'' duygusu yüzünden hep zorlanıp gittiğim ve muhtemelen gitmeye devam edeceğim, ama genelde, sonunda son yılların şahsım adına tek istisnası Leonard Cohen hariç - hem gerçekten adam ölümsüz değilse önümüzdeki bir kaç yıl içinde ölmesi pek muhtemel, yani ''bir daha nerdeeee'' durumu burada çok büyük bir olasılık ve ayrıca ayaklarımın her hücresinin uyuşması pahasına, böyle bir zerafete tanık olmaya değer - her defasında ben buraya niye geldim sorgulamasını yaşadığım konserlere bile katlanabilirim onun için.
Nitekim konseri için bilet aldım. Heyecanlandım. Sabırsızlandım. Ama iptal etti. Gidemedim. Hayıflandım.
''Olsun'' dedim. Ben bir gün yurt dışında kesin yakalarım bu hatunu ve giderim konserine, dinlerim onu canlı canlı...
Canlı canlı dinlemek bir yana, canı gitti kadının üç gün önce. Hani herkes ''büyük yetenek gitti, kimbilir daha neler üretecekti'' diyor ya, bilmiyorum belki bundan sonra üretecekleri çok da umrum olmayacaktı, her yaptığını seveceğim diye bir kural yok ya, yapacağını yapmış zaten bana iki üç şarkı vermiş, onları arabamı kullanırken avazım çıktığı kadar bağırta bağırta söyletmiş, o anları yaşarken kimbilir ne düşündüysem, beni duygu sellerine boğmuş ya, bundan sonrası Şam'da kayısı modunda dinlemişim ben onu zaten...
Ama şimdi, ölümüyle ilgili yazıları okuyunca, toplumun bir bölümünün, ''yazık oldu, işte böyle hayat yaşarsan, böyle ölürsün kardeşim'' veya buna karşlılık olarak ''sana ne kardeşim, kadının nasıl yaşadığından'' diyerek, ahlak üzerinden değerlendirdiği hayatı, diğer bir bölümünün de, ''ne büyük yetenek! artık dinleyemeyeceğiz ne yazık'' diyerek hayıflandığı ölümü, o kadar duygusuz ki, neredeyse dinlediğim o şarkılarının bile, sihir yapılmış kağıdın üzerindeki harflerin kaybolması misali yavaş yavaş uzaklaşmasına neden oldu benim aklımda, hafızamda...
Oysa belki de bir insan için hayattayken, ölümü sonrasında hayal edebileceği en acı şey, kendinden hayata koyduğu şeylerin, insanların hafızalarından uzaklaşıp, yerlerini o kişilerin akıllarından çıkma fikirler ve düşüncelere bırakması, hatta o düşüncelerle kaplanması. Çünkü ölü insan artık kendini ifade edemeyen insan! Ne müziği, ne yazısı, ne sesi, ne resmi, ne heykeli, ne gülüşü, ne direnişi, ne anarşizmi, ne boyun eğişi, ne bencilliği, ne yardımseverliği, ne ideolojisi, ne emeği, ne sevgisi, ne...... ile kendini bir daha ifade edemeyen insan. Onun adına ifade etmeye kalkışanlar ise, ne büyük bir çaresizlik ve üzüntü oluşturur hayatta olup da, ölüm sonrasını hayal eden insan için. Acaba böyle bir korkusu var mıydı, acaba ölen insanların ölmeden önce böyle bir korkusu oluyor mu?
Didem Madak adını, ölüm ilanıyla beraber duydum. 41 yaşında kolon kanserinden ölmüş bir kaç gün önce. ''Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım'' diyerek şiirler yazmış bir sürü. Hiç okumadım bugüne kadar ama ölüm haberinde şiirinden iki satır almışlar ''Anlatarak bitirmek istiyorum hayatımı/Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat...
Nasıl güzel geldi bu iki satır bana, biz halen yaşayanlar için, hala hayatını anlatabiliyor olmak, hem de kendimiz anlatabiliyor olmak ne güzel, tıpkı dinlediğim o şarkıları gibi...
Şimdi büyülü sayfalardaki kelimeler tekrar belirmeye başladı, hatta kendi anlatıyor, siz de duyuyor musunuz:
I cheated myself,
Like I knew I would,
I told you I was troubled,
You know that I'm no good

18 Temmuz 2011 Pazartesi

BALKANLARIN FETHİ

Bu yaz tatilinde kendimizi bir balkanlara atıverelim dedik. Atış ki, ne atış, Kanuniyi kıskandıracak bir fetih ordusuyla, çoluk çocuk, yetişkin 10 kişilik bir grup, Saraybosnaya uçmadan önce, aylar öncesinden rezervasyonunu yaptırdığım minibüsümüzün yerinde yeller estiğini haber veren ''talihsiz'' bir telefon konuşmasıyla, bir bilinmeze doğru havalandık.
 
Saraybosnaya indiğimizde organizasyonu yüzüne gözüne bulaştıran şahsımın, ''üzerime gelmeyin, yoksa size patlarım!'' misali gergin duruşundan olsa gerek, herkes çil yavrusu gibi dağılarak kendini bir ''rent a car'' ofisinin başında buldu. Ama nafile! Bırakın 10 kişilik bir minibüsü, 5 fili bir volkswagen'e nasıl sığdırırsın sorusunu yanıtlamaya bile fırsat vermeyecek bir durumda kalarak, ''0'' araba ile allahın unuttuğu bir havaalanında şaşkın şaşkın kaldık.
 
Neyse ki durumumuza acıyan, yaklaşık 2m boyunda, 1m eninde  bir Hyundai rent a car görevlisi,  - adamın görünüşüne göre ''ben sizi istediğiniz yere sırtımda götürürüm'' demesi, bize araba bulmasından daha yüksek ihtimaldi - dışarda henüz yeni teslim edilmiş, çöp içinde bir arabayı alabileceğimizi, bu arada bir arkadaşını arayarak da, bize bir haftalığına, henüz araba mezarlığına verip vermeme konusunda tereddütte kaldığı arabasını, kiralamak isteyip istemeyeceğini sorabileceğini söyledi. Bu teklif elimizdeki tek teklif olduğu için üzerine atladık. 
 
Gelen ikinci arabanın parasını peşin ödeyip, - muhtemelen adamcağız arabanın bir haftayı tamamlayabileceğine pek inanmıyordu ve bizden hurdacıya arabasını satmak için isteyeceği parayı istedi - yola koyulduk. Sorunu çözmüş olmanın rahatlığıyla kendini şoför koltuğuna atan bendenizin, her zamanki gibi'' yurt dışında kilometre yapma rekorumu ne kadar arttırabilirim acaba?'' merakıyla gevrek gevrek sırıtırken, Saraybosna şehir merkezine geldiğinde gördüğü manzara ile bütün neşesi kayboldu.
 
Tüm evlerin kurşun delikleri ile delik deşik olduğu bir şehirde, keyifli vakit geçirmenin pek de mümkün olmadığını anlamak uzun sürmedi. Bu iyi bir şey mi, değil mi, bilmiyorum, bir şeyleri hep hatırlamak hayatın devam etmesini engelliyor mu, yoksa o izleri silmek yaşananları unutup değersizleştirmek, anlamına mı geliyor, işte onu tam da orada, insanların günlük hayatlarını devam ettirdikleri evlerine bakarken bayağı düşünüp işin içinden çıkamıyorsunuz.
 
Bu bunalım halimiz, çocuklara kısa bir tarih dersi verdikten sonra, şehri terkederken kayboldu. Hatta yola çıkalı henüz bir saat olmuşken, yol kenarında gördüğümüz dizi dizi kuzu çevirme restoranlarından birine dalınca tamamen eski neşeli tatilci fetih moduna dönmüş olduk. Tatilin ilk yemek mucizesini yaşadığımız,- sonraki yemeklerin hepsinin birer lezzet ve fiyat mucizesi olacağını bilmiyorduk henüz, tüm yemeklerin pizza hut'ın yiyebildiğin kadar ye,10lira öde, öğlen promosyonları misali, yiyebildiğin kadar et ye, balık ye, deniz ürünü ye, şarap iç, bira iç, bir çimdik ödeme şeklinde  olmasıyla bir şölene döneceğini anlamamıştık - restorandan çıkıp, 500 m ilerleyip, polis tarafından çevrildik.
 
En fazla 70-80 km civarı hızla gittiğim için, içim çok rahat bir şekilde polis amcalara gülümseyerek bakarak, ''pardon sizi yanlış durdurmuşuz, buyrun devam edin''diyeceklerini düşünürken, ''hız sınırını aştınız 150 ile 300 euro arası cezanız var''' lafını duyunca, önce kuru kuruya bir yutkundum. Arabadaki erkek nüfusun hepsinin, restoranda rakı diye yutturdukları brendileri içerek zil zurna sarhoş olmalarından dolayı, tüm şirinliğimle polise fazla hız yapmadığımı, sadece 70 civarında gittiğimi söylediğimde, adamın bana hız sınırının bulunduğum yerde 40km olduğunu söylemesi ile ''dalga mı geçiyor, burası şehirlerarası yol değil mi yahu, yoksa burası adamların şehirleri de, apartmanlar dağların arkasına mı saklanmış'' diye düşünürken, bu işin içinden nasıl sıyrılacağımız konusunda bayağı endişelendim. Tam o sırada arabadaki dişi kuvvetlerden biri yardıma gelerek, tüm şirinliği ile 10 euro'ya bu işi halledebileceğimizi polise söylediğinde, bugüne kadar trafik polisiyle yaptığı bütün konuşmaları ''ama kocam doktor!'', diye bitirerek, polisi sinir etmek dışında, hiç bir başarı elde edememiş biri olarak, ona yok artık çüş! bakışı fırlattım ama, polisin ''peki ama bundan sonra hız yapmayın, tamam mı!'', demesi, bir de üstüne, ''biz Türkiyedeki polisleri biliriz, bizi onlarla karıştırmayın'' diye eklemesi, bende tam bir alacakaranlık kuşağı etkisi yarattı.
 
Cezadan 10 euro ile yırtıp kendimizi Mostar kentine, saatte 40 ile 60 km arasında bir hızla giderek tam 2, 5 saatte atmış olduk.
 
Köprünün savaş sırasında yıkılıp, sonra Macar dalgıçların nehirden orjinal taşları çıkartması sonucunda tekrar yapılmış olması, bizi yine o garip hüzne boğarken, ''yeter artık yahu, tatile geldik!'' diyerek silkinip kendimize gelebildik.
Kendimizi Hırvatistana attığımızda, arabaların hala çalışıyor olması, diğer arabayı kullanan ve göz doktoru olan arkadaşımızın hırvat polisinden, sınıra yaklaşırken, ''körmüsün kardeşim bak, police yazıyor, bak sınıra 20m yazıyor, bak yavaşla yazıyor gibi tacizlerine maruz kalmasıyla, dengelenerek bizi iyi bir ruh haliyle Split'teki otelimize kadar idare etti.
 
Sonrası, deniz, doğa, yemek, yine deniz, yine doğa, yine yemek şeklinde geçen bir tatilken, arada Türkiye'den gelen, kim hapse girdi, kim çıktı, kim şike yaptı, kim yapmadı, oh bizimkiler yapmamış, sizinkiler yapmış geyikleri ile renklenip, arada pardon Hırvatistandayız di mi, yanlışlıkla Japonyaya gelmedik di mi, bu kadar japon şaka di mi, şaşkınlıklarıyla sürerken, Dubrovnik'e inmeyi becerdiğimizde de, karşılaştığımız Türk nüfusun buraya Bodrum muamelesi yaptığını görerek bayağı eğlenceli geçti.
 
Üstelik Ezel, Binbirgece ve Asi dizileriyle bizi bağrına basan Hırvatların, dizilerin gidişatları ile ilgili, bizi sorgu yağmuruna tutmalarından dolayı, bayağı havaya girerek, CERN deneyinin sonuçları üzerine biraz sonra açıklama yapacak, dünyanın bir numaralı fizikçileri edasıyla, ''azzz sonra'' vurgularımızı da yapmadan edemedik.
 
Bu arada muhteşem doğası olan bu dalmaçya kıyılarındaki tüm kentlerin, küçük kalelerle çevrili olduğunu gören çocuklara, kaleleri, savaşları anlatmak bayağı zor oldu. Özellikle illaki ''içerdekiler mi iyi, dışardakiler mi?'' diye soran küçük kızıma, bazen içerdekilerin dışarda, bazen de dışardakilerin içerde olabileceğini anlatmak, bunu anlayamadığımız için hala savaşların devam ettiğini söylemek, kısaca bu dünyada yüzyıllardır coğrafyalar değişse de, herşeyin aynı şiddetle yaşandığını anlatmak gerçekten de bayağı zor ve moral bozucuydu.
 
Son bir kaçamak yaparak kendimizi Karadağ'a atıp, orada yüzyılın garsonu Branco ile tanışmamız ise gezinin bonusuydu. Kendisinin bir garson olarak muhteşem olması, kızlarımın etlerini kesmelerine yardım etmekten tutun da, tüm yemekleri bir laboratuar çalışanı titizliği ve özeni ile açıklaması ve sunması, güler yüzü ve becerisi, ingilizleri çatır çatır çatlatacak kadar mükemmeldi. Tüm bunlara ek olarak, bir tarih profesörü becerisiyle, bizlere Karadağ ve Sırbistanın neden ayrı iki ülke olarak ayrılmak zorunda kalışını, açıkça Amerikaya geçirerek anlatması ise yaşanması gereken bir tecrübeydi.
 
Son olarak gezi sırasında tanıştığımız bir Makedonya göçmeni olan Muzaffer bey ve ailesinin bizi neredeyse evlat edinecek düzeyde yoğun olan misafirperverliklerini, mümkün olsa Hırvatistanın herhangi bir yerinden ayağımıza uçak, tren, araba, gemi göndererek mutlaka evde ağırlamak istemelerini ve bu duyguyu yaşamanın orada nasıl bir keyif olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
 
Tatil güzel, tatil arkadaşları güzel, dalmaçya kıyıları güzel, macera güzel, eve dönüş güzel, savaş kötü, acılar kötü, adaletsizlikler kötü, faşizm kötü, şike kötü...

7 Temmuz 2011 Perşembe

SIĞ SULARDA NAÇİZANE SANAT YORUMUM!

Andy Warhol, ''Sanatçı, insanın ihtiyacı olmayan şeyleri üreten kişidir'' demiş. Valla kendisini şahsen tanımam, bu lafları özlü sözler kitabına bir cümle daha eklemek için mi söylüyor bilemem, hani demişti ya, bir keresinde ''herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak'' diye, bu da, nasıl bir laf etsem de, millet başucuna azsa bakış açısıyla söylenmiş bir söz mü anlayamadım, ama takıldım bir kere işte. 
 
Bir sanatçının insanı bu kadar somut düşünmesi nasıl olabiliyor diye kendi kendime soruyorum. Sanki biri olursa diğeri olmuyor gibi geliyor bana.
 
Şöyle bir hayal etmeye başladığımda, bu söz, mağara devrinde duvarlara resimler çizen atalarımızın yaptıklarını - biliyoruz o zamanlar yazı yok, adamlar dertlerini resim çizerek anlatabiliyorlar ancak - bir ihtiyaç üretimi olarak kabul edersek, bu resimlere sanat muamelesi yapamayacağız anlamına mı geliyor?
 
Yani resmin konusu ''karıcığım ben büyük boynuzu avlamaya gidiyorum, şu kayanın arkasında olacağım, beni orada bulabilirsin'' olunca, bu bir sanattan çıkıyor yerini not defterine mi bırakıyor?
 
Hadi böyle oluyor diyelim, ihtiyacımızın olmadığı şey dediğimiz zaman, canım sıkılıp ihtiyacım olmayan kağıt kayıklar yapmaya başladığımda, bunlar birer sanat eseri haline mi geliyor, bu konuda havaya girmek gerekiyor mu?
 
Biraz toplumsal açıdan bakarsak, ihtiyacımız olmayan maddeler ile çevrili bir dünyada yaşıyoruz, yani ikinci saatimiz, üçüncü şapkamız, beşinci gömleğimizle ilgili ihtiyacımız tamamen kişisel yorumlarımıza bağlı. Hani bunları alırken ihtiyaç olarak görüyor, sonra da aç insanlar için sokağa yemek atmayalım diyoruz ya, buradaki kişisel çelişkimizden yola çıkarsak, sahip olduğumuz tüm ikinci mallarımız için birer sanat eseri diyebiliyor muyuz?
 
Belki de Andy Warhol ''ihtiyacımız olmayan'' derken herhangi bir işe yaramayan demek istiyordur diye kendi kendime eklemeler yapıyorum bu söze. Şimdi evimize aldığımız bir biblo, aynısından yüzlerce üreten bir fabrikadan çıkmış bir eşya olarak, herhangi işe yarar bir araç olmadığı için sanat eseri mi sayılıyor?
 
Bunlarla biraz demogoji yaptığımın farkındayım da, üzerinde bu kadar demogoji yapmaya izin veren bir cümleyi de boşa harcayasım gelmiyor.
 
Bazen en çok ihtiyaç duyduğum şey sessizlik içinde çalan güzel bir melodi olurken, bazen dünyadan kopup içine girebileceğim bir film oluyor. Hiç anlamasam da bazı resimlerin önünde dakikalarca durmak bana iyi gelirken, hasbelkader gördüğüm bazı heykellerdeki kıvrımlar içimi bir tuhaf yapıyor. Bu duygulara hiç ihtiyacım yokmuş demek ise, biraz insanlıktan çıkıp makineleşmek oluyor, yani bir insan hem sanatçı olup, hem insanlara neden makine muamelesi yapıyor ben bunu anlayamıyorum işte...
 

5 Temmuz 2011 Salı

SEVGİLİ OLMA DURUMUNUN ÜÇ MADDELİK AÇIKLAMASININ OBJEKTİF DEĞERLENDİRMESİ, PÖH PÖH PÖH!!!

İnsanlar yeterince uzun süre, bir ortamda muhabbete dalınca, konular öncelik sıralarına göre ortamdan nasiplerini alıyorlar.
Futbol, politika, dedikodu, yemek falan derken, ortamın entelektüelliği ve hatta elitliği kaldırdığı kadar, müzik, sanat, sinema, ortamın ayrıksılığı kaldırdığı kadar da, bilim ve felsefe konuşulsa da, muhabbet dönüp dolaşıp, bir noktada üstü kapalı bir cinsellik ile, oradan da aşk ve ilişkilere uzanıyor. Bizimki gibi gruplarda ise muhabbet, futbol politika, dedikodu, yemek, dedikodu, dedikodu, yemek, futbol, dedikodu ekseninden kurtulabilirse, bir anda kendini aşk ve ilişki zemininde şıp diye bulabiliyor. Aradaki sanat, müzik ve bilim konuları kendi kişisel zevk anlayışlarımızın avukatlığı boyutundan bir türlü kurtulamadığı için, ben şu şarkıyı seviyorum, şu film de acayip ağladım ifadelerinden bir adım öteye gidemiyor. Olsun, biz aşk, ilişki, evlilik muhabbetleri ortamına varabildiğimiz zaman bile kendimizi biraz daha nefes alır buluyoruz.
 
Böyle muhabbetlerin birinde, masadaki 3 çiftten oluşan altı kişi ile, iki insan arasındaki ''sevgililik'' ilişkisini nasıl tanımlanabileceği üzerine konuştuk. Biraz elma ile armudu birbirine karıştıran kısa bir süreçten geçtikten sonra, - herkes önce nasıl bir ilişki istediğini anlatmaya başladı, oysa konumuz, hangi elmayı sevdiğimiz değil, elmanın ne olduğunu anlamaktı - kişisel tanımlamalarımızla olaya girdik.
 
Ortak tanımlama sevgililik ilişkisinin olmazsa olmazının cinsellik olduğu yönündeydi.
En azından başında, sonunda, ortasında, ilişkinin bir yerlerinde cinselliğin yaşanması veya yaşanmış olması illaki gerekiyor. Bu da, ilişkiyi aşktan ayıran önemli bir nokta oluyor, çünkü aşk kendi içinde platonik yaşanabiliyor, oluşturuluyor, kurgulanıyor, büyütülüyor hatta bitirilebiliyor. Yani her ilişkinin içinde aşk olması gerekmediği gibi, aşkın içinde de, ilişki olması gerekmiyor.
 
Sevgililik ilişkisi içinde, ikinci sırayı paylaşım aldı. Yani paylaşım olmayınca ilişki olmuyor. Herkes kendince bu paylaşımın nasıl olması gerektiğini farklı tanımlıyor, kimine göre beraber eğlenmek, kimine göre benzer hayat görüşleri, kimine göre aynı idealler, kimine göre aynı sosyal çevrelerde geçirilen zamanlar, kimine göre ise bunların hepsi. Ama ortak fikir, paylaşım olmazsa ilişkinin de olmayacağı yolunda ki, zaten bunu belki de sadece sevgililik ilişkisi için değil, ''ilişki'' olarak tanımlanabilecek her iletişim şekli için de kullanabiliriz, gibi bir sonuca varabiliriz.
 
Tartışmaya bir ilişkinin ''sevgililik ilişkisi'' olabilmesi için gerekli üç temel unsuru tanımlamak diye başladığımız için, yukarda saydıklarımıza bir üçüncü maddeyi eklemek için herkes, kendince kafa yorup, sonunda ''romantizm'' adı altında, aslında bir yönüyle her yere çekilebilecek ifadeler kullanmaya başladı. Romantizmi, ''gerekli veya talepli olmadığı halde başkasını mutlu etmek için yapılan şeyler'' olarak somut bir noktaya getirip tanımladıktan sonra, bunun sevgililik ilişkisinin olmazsa olmazı olarak tanımlamak, herkesi çok mutlu etti. Ama ben kendimce, sonradan düşünüp, bunun tanımlama için çok da gerekli olmadığı kanaatine vardım. Bu olsa olsa, ilişkinin kalitesini arttırabilecek bir şey olabilir gibi geldi bana. Yani sulu ve lezzetli bir elma ama elmayı elma yapan şey değil. Çünkü illaki dünyanın bir yerlerinde yumuşak kumlu elma sevenler de olacaktır, diye düşündüm birden. Ya da çürük elmaları da yemekten zevk alacak birileri vardır, hatta belki de elmayı pişirmek, çiğ yemekten daha keyifli bile olacaktır bazıları için. Yani sözkonusu romantizmi, fazla idealize etmeden, ilişkisini  yaşamak isteyip de, bunun eksikliği ile ilişkisinin tanımının değişmesine izin vermeyecek insanlar da mutlaka vardır.
 
Konuşmada en çok dikkatimi çeken, bu üç ana unsur etrafında dönen sevgililik ilişkisinde, herkesin hayatında en dibine kadar yaşadığı ve yaşattığı, ama iş tartışmaya ve konuşmaya gelince etrafından bile dolaşmadığı sahiplilik, aidiyet veya sadakat konularının sözünün bile edilmeyişiydi.
 
İnsanlar arkadaşlarının başkalarıyla arkadaş olmasını kabullenirler ama sevgililerinin başkalarıyla sevgili olmasını asla kabul etmezler. Böyleyken bu tanımı, ana tanımları içinde yer alan ilk üç maddeye nasıl eklemezler, orada biraz durup düşünmek gerekiyor. Bu bizim içimize işlemiş ikiyüzlülüğümüzden mi, yoksa  ''allahın emri o, kardeşim, söylemeye gerek mi var'' bakış açısından mı, kaynaklanıyor doğrusu bilmiyorum ama, pratikte bir ''sevgililik ilişkisini'' tanımlarken, bunu diğer ilişkilerden ayıran en önemli faktörlerin, bir çok kişi için ''cinsellik ve hesap sorma hakkı'' olduğunu kabul etmek gerekiyor.
 
Elbetteki bu tanımlamalar herkesin kendi içinde ürettiği tanımlamalar, ancak sorun yine içimizde yaşadıklarımızla, dışarı yansıttıklarımız arasındaki farkların zaman zaman bizi ne kadar garip durumlara düşürdüğü ile ilgili aslında.
 
Özümüzdeki ilkel duyguların bize ne kadar hakim olduğunu bilmek, bunlarla barışık olmak, bunları kabul edip yok saymamak, tüm tanımlamalarımızda, - o tanımlamalarımızın yaşam mottolarımız olduğu düşünülürse- bize gerçek anlamda dürüstçe yol gösterecek farkındalıklar olacak.  Sorun sadece kendimize bile tarafsız olabilmekte...

30 Haziran 2011 Perşembe

ŞAŞKIINN BAKSANA BANA; ŞAŞKIINN!

Kendimi şehirde bulduğumun ikinci haftasında, başıma gelenler pişmiş tavuğun başına gelmezdi. Yaklaşık 10 yıldır arabasından dışarı adımını atmayan, ve de, yurdum insanı ile toplu taşıma araçlarını paylaşmayan bir ''elit'' olarak, yeni iş yerimin bulunduğu İstanbul'un kalbinden, her yöne araba ile gitmenin saçmalığını keşfettim elbette. Bu durumda pek sevgili zırhlı aracımın içinden çıkarak, özüme dönüp, halkın içine karışınca, araba öncesi dönemden bir sürü yeteneğimi de bu yıllar içinde kaybetmiş olduğumu görüp, kendimi esefle kınadım. Gençliğimde kazandığım, topluluklar arasında yaşama ve ayakta kalabilme becerimin ne hallere düştüğünü görünce, yine de, kendimi, umutsuzluğa kapılmamak için, ''bu iş bisiklete binmek gibi, iki omuz, bir tekmeyle hemen hatırlarsın'' gibi ifadelerle tekrar motive edebildim.
 
İlk şokumu, metroda önümde yürürlerken, bir yandan da randevu programlarını yapan bir çiftle yaşadım. ''Şimdi 9.38'deki metroya binersek, saat 9.51'de de Taksim'de olursak, 10.04'de ofiste oluruz'' diye geçen dialog sonunda, yıllardır İstanbul trafiğinde araba kullanan biri olarak, herhangi bir ulaşım planını değil dakikalarla, saatlerle bile tutturamayıp, ve bu durumu ''ehh, İstanbul'da yaşıyoruz kardeşim, anlayış gösterilmesi gerek'' gibi son derece genel bahanelerle rasyonelleştirdikten sonra, adapte olmak için bir süre bekleyip kendime gelmem gerekti.
Kendi kendime, bu kendini bilmezlerle dalga geçerken, ''hem nerede yaşadıklarını sanıyorlardı ki bu gerizekalılar, burası İstanbul oğlum, asla hiçbiryere planladığın zamanda varamazsın, bu şehrin güzelliği bu, insanda geç gelmeyi normalleştiriyor işte'' düşünceleri içinde gülümserken, 9.38'de durağa gelen metroya ağzı açık ayran budalası misali bakakalmam bir yana, 9.51'de Taksime varmanın da çok uzak bir ihtimal olmadığını görmüş oldum.
 
Vay anasını, köyden indim şehire misali, Haydarpaşa garından elinde valizleriyle çıkarak, şehir hatları vapurlarına bakıp, hareket halindeki İstanbul'u fethetmeye gelen Şaban durumunda, metro maceralarım devam ederken, kendimi Taksim'den Cağaloğlu'na gitmek ile ilgili bir görev içinde buldum.
Dediler ki, hiç debelenmeyeceksin, füniküler ile Kabataşa inip oradan da metrobüs ile ver elini Sirkeci, veya Sultanahmet! Tek karar vermen gereken Sirkecide inip yukarı mı tırmanacaksın, yoksa Sultanahmette inip aşağı mı kıvrılacaksın, gerisi hava cıva!
Bu mühim konu üzerinde düşünürken, kendimi Kabataş metrobüsünde buldum. Şapşal turist durumunda, ters yöne giden metrobüse binmekten kılpayı kurtulup, doğru araca binmeyi başardıktan sonra, bir koltuğa oturup, ah benim güzel zırhlı aracım, ah canım trafiğim, ah kornalarım diye iç geçirmeye başladım.
 
Tam o sırada, gerçekten fil adam filmini aratmayacak derecede deforme uzuvları ve yüzü olan bir amcanın kendini metrobüse atıp, bir kadıncağızın yanına oturmasıyla beraber, düşüncelerimde de bir durulma oldu. Kadıncağız adamın görünüşünden oldukça ürkmüş olacak ki, bir süre sonra kendini dışarı attı. Kadının kendisinden uzaklaştığını anlayan adamcağız, uzun uzun arkasından bakarken, ve yanına görüntüsünden çekinip de oturmayanlara, zar zor çıkarabildiği seslerle ''burası boş oturun''  diye bağırırken, ''acaba kalkıp adamın yanına otursam, insanlar da benim yerime otursa, böylece zavallı adamcağızın sorununu da çözsem'' diye iyilik meleği pozisyonuna girmek üzereydim ki, bir turist beycik bu amcanın yanına attı kendisini. ''İşte'' dedim kendi kendime, şu yabancılar kadar olamıyoruz, tüm kavgamız görsellikle, işte böyle dışlıyoruz herşeyi'' falan diye, tekrar yurdum insanından hemen kendimi soyutlayarak cıkcıklamaya başladım. 
 
Herşey fil görüntüllü adamın yanındaki turiste tekme tokat girişmeye başlamasıyla bir anda dondu kaldı! Gaipten sesler de duyan ve aynı zamanda maalesef zekasal da özürü olan bu talihsiz adam, bir yandan yanındaki adama vuruyor, bir yandan da susmasını söylüyordu. Neye uğradığını şaşıran turist, ne söylendiğini anlamadığı gibi, kollarıyla kafasını yüzünü kapatarak darbelerden korunmaya çalışıyordu. Bizim sorunlu amcamız sonunda durup kendini başka bir koltuğa attı ve turiste hakaretler yağdırmaya devam etti. Arada ''oraya gelirsem, ....'' vari seslenişlerle de, bu işi tam da bitirmediğini anlatıyordu. Turiste durumun tercümesini yapmak ve zavallının ''mentally retarded'' olduğu ile ilgili bilgi vermek de yine bendenize düştü.
 
Hala, turist bey beş on saniye daha yavaş davransaydı, o tekme tokatların benim başıma patlayacağını ve kendini zırhlı aracından halkın içine attığı ilk gününde dayak yiyerek muhtemelen bir daha asla evden çıkamayacak olan zat-ı alimin, kılpayı kurtardığı totosunu düşünerek, metrobüsten koşar adımlarla kaçarken, son dakikada düdüğüyle yanlış yerden karşıdan karşıya geçtiğim konusunda beni uyaran tramvay memurunun bağırışları kulaklarımda çınlamakta.
 
Bu kadar adaptasyon egzersizi bir gün için yeter diyerek dönüş yolculuğumda bulduğum ilk taksiye atladım elbette. Yaşasın trafik, yaşasın korna sesleri, yaşasın türkülerimiz, yaşasın taksideki crık crık telsiz sesleri ve tabi ki her yere geç kalmanın dayanılmaz hafifliği...

18 Haziran 2011 Cumartesi

KİTAP OKUMA ÜZERİNE MEKAN İNCELEMELERİ DENEMELERİ...

Genel yaşam mekanlarımın değişmesiyle birlikte inanılmaz bir konu zenginliği içinde buldum kendimi. Nereye baksam ''üf şimdi şu insanın şöyle oturuşundan, hatta şöyle konuşmasından ben kesin bir yazı döşenirim'' modunda, insanlara Newyork Zoo'daki görülmeye değer hayvanlar muamelesi yapmanın utancı içersinde, ama yine de, büyük bir hevesle gözlerimi açarak yeni mekanlarıma uyum sağlamaya çalışıyorum.
Son zamanlarda sıkça kullanmaya başladığım metrodaki,''Acarishwoman in İstanbul'' sakinliği ve maalesef snobluğuyla etrafı süzerken keşfettiğim durum, son derece ilgi çekiciydi benim için. Meğer bizim insanımızın kitap okuması için şehre metro gelmesi gerekiyormuş. Yıllardır yazarımız, çizerimiz aydınımız ve daha bir sürü kendini sosyal tespit üstatlığı ile konumlamış nice kişilerimiz tarafından, dünyanın kitap okuma sıralamasında son bilmem kaçlarda sürekli yer almasıyla itham edilen bir ülkede yaşamanın acısını, kitap okumayı deli gibi bir tutkuyla seven bir insan olarak ağır ağır çekerdim. Daha fazla eğitim, daha fazla modernizm, daha fazla imkan, kitaplar ucuzlamalı, kitapçılar artmalı, kitap çeşitleri artmalı, daha çok yazara destek çıkılmalı, daha fazla çeviri yapılmalı, daha, daha, daha derken işin sırrı daha fazla metro yapmaktan başka bir şey değilmiş de, biz bunu öngörememişiz.
Meğer bizim insanımız da kitap okumak için, insanların yan yana koltuklarda sıralandığı, 3'er dakikalık istasyon aralıklarıyla ''bir sonraki durak Mecidiyeköy, next station Mecidiyeköy'' anonsları eşliğinde, bir anda vınlayan ve bir anda gıcırtılı fren sesleri ile yavaşlayan o müthiş atmosferin yaratılmasını bekliyormuş.
Hatta yer bulamayıp oturamayan, ayakta olsa bile bir elinde çantası, diğer eliyle de düşmemek için bir yerlere tutunması gereken bazı insanların, herşeye rağmen mutlaka kitap okumak için, nereleriyle tuttuklarını asla anlayamadığım kitaplarını okuma mücadelelerini görünce, ''kesin yer altında keramet varmış kardeşim, bu işin de sırrı buymuş'' diye düşünmeden edemedim yol boyunca.
Oysa kitap okumayı bir tören gibi yaşayan benim gibiler için, metroda kitap okumak, bir kaç satırla daha ne olduğunu, ya da yazarın tam da ne demek istediğini anlamadan, son durağa varılacak ve varıldığında da, ''acaba inmesem de bir kaç kez Levent/Taksim arasını gidip gelsem mi, bu bölüm başka türlü bitmez!'' diye düşünülecek bir sıkıntı durumundan başka bir şey ifade etmiyor maalesef.
Kitap okumak için bulabildiği tek zamanın, metrodaki toplasan en fazla 15 dakika sürecek yolculuğu olduğuna inanmak mı bu insanlar için daha fazla üzülmeme neden oluyor, ya da ''sokağa atamayacağım bir 15 dakikam var, bari onu da kitap okuyarak geçireyim'' demeleri mi, veyahutta, ''gittim gördüm, gidemediysem de televizyonda, sinemada izledim, bu işin raconu buymuş, adam bombalamak için metroya biner, kimse ona bakmaz çünkü herkes harıl harıl kitap okuyordur, burada adet bu!'' diye düşünmeleri ve saflıkla kendilerini bu noktada batılı türdeşleri ile özdeşleştirmeleri mi, henüz çözebilmiş değilim.
Ama bu insanları kitap okurken görünce üzüldüm ben. Bir çok kişinin ''insanlar kitap okuyor diye üzülüyorsan, sen de bir acayiplik var'' dediğini duyar gibi olsam da, ne yapayım üzüldüm işte! Çıkıntılık bu ya, bu duygular olmasa yazacak şeyleri nereden bulacağım ki!
Valla en güzel kitap okunacak yerler sıralamasını da vermeden edemeyeceğim kendimce.
1. sırayı, gece uykusu öncesi, tüm günün sorumluluklarını yerine getirmişliğin rahatlığı ve kendinle bir başına kalmanın huzuru ile yatağa uzanıp, başucu lambasının yumuşak ışığı eşliğinde okumak alır benim için.
2. sırada deniz kıyısının, dalga ve martı sesinin o hiç bir müziğe değişmeyeceğim melodisi eşliğinde, (zaten ben müzik eşliğinde kitap okuyamam, ya müziğe kayar aklım kitaptan bir şey anlamam, ya kitaba dalarım müziğe kuru gürültü muamelesi yaparım) bir çay bahçesi veya bir deniz kıyısı bankı olur mutlaka.
3. sıraya da, eğer evdeysem, öğleden sonra, hatta akşam üstü keyfi diyebileceğim, kışın yağan yağmur veya puslu havanın loşluğunda bir barçak çay ve üzerimde üşümesem bile dekoru tamamlamak için sarındığım battaniyem ile bir koltukta , yazın ise açık pencerenin önünde, hafif bir esintiyi yakaladığım her anda, okumaya verebilirim sanırım.
4. sırayı çok keyifli olsa da, her an ulaşılamayacak bir durum olan uzun yolculuklara verebilirim. Ulaşım aracı araba olmadıktan sonra, -çünkü inanılmaz bir mide bulantısı araba okumalarının baş belasıdır benim için- her türlü araç içinde uzun yolda okumak dünyanın üzerinden kopmakla aynı duyguyu yaratır bende.
5. sırayı ise yine yaşanabilecek en büyük keyiflerden biri olarak görsem de, sıklığı açısından arka sıralara düşürmek zorunda kaldığım plaj okumaları alır. Denize nazır, kafamı gölgeye çakıp, bacaklarımı ise illaki güneşe vererek - bacaktan kanser olmadığıma inanmışım bir kere - kitap okumanın keyfini hiç bir mekan, aynı şekilde veremez diye düşünüyorum.
Metro mu? Aslında bu kadar takılmamak lazım, belki de herkesin kendi listesinde metro okumaları benim asla bilmediğim keyiflerle açıklanır. Ben sadece henüz bu açıklamalara vakıf değilim ne yapalım...

10 Haziran 2011 Cuma

KEŞKE YETERİNCE SEVİLSEYDİK!

Yazı yazmaya biraz meyilli insanların yazma rutinleri oluşuyor bir süre sonra. Bence bu rutinler, sanki parmak izi gibi, herkeste bambaşka bir şekilde ortaya çıkıyor. Kimisi sabah gözünü açar açmaz, gece rüyasında gördüğü diğer hayatın izlerinin tazeliği ile, kendini yazısının başında bulup yazmaya başlarken, kimisi de, şöyle bir güzel sabah kahvaltısı, ardından da sabah kahvesi ve keyfi sonrasında, oturuyor yazısının başına.
Benim yazmayla ilgili mücadelem ise hep uyku ve uyanıklık arasında oluyor. Gözlerim kapanmak üzereyken aklımdan cümleler geçmeye başlıyor, bir gayret, ''bari şu cümleleri bir yere not edeyim, uyanınca şöyle aklı salim bir kafayla yazarım'' derken, o notlar birbirini takip etmeye başlıyor. İşin en kötü tarafı ise, bu not alışlar sırasında bir türlü uykum kaçmıyor, halbuki kaçsa, ben de adam gibi notları arka arkaya sıralamak yerine, onları kendimce düzgün cümleler ile bağlayıp bir yazı oluşturacağım ve en azından kendi yazı rutinimi tarif ederken ''ben geceleri yazıyorum azizim, gündüz aklım hiç bir şeye işlemiyor'' gibi havalı ve de özel cümleler kurabileceğim.
Neyse, sonuçta geceleri uykulu notlar alan, sonra da gündüz bulduğu abuk sabuk zamanlarda o notlarla uğraşan, hatta uyku sersemi alınan notları da,  çoğu zaman ''ne alaka yahu bu şimdi!'' merak halleriyle  çözmeye çalışan benim için, böyle havalı cümleler maalesef işe yaramıyor.
Şöyle uzun uzun konuya girerken, aslında yaptığım, ''yazmak için uykuyla mücadelem'' diye aldıığım bir notun, biraz sonra yazacağım cümlelerle hiç bir bağlantısının olmadığını farkederek, bir bağlantı oluşturabilmek adına debelenme girişiminden başka bir şey değil... Notu almışım o kadar, gecenin bir körü, uyku sersemi boşa mı gitsin yani!
Yazmak istediklerim aslında şu aralar okuduğum Ece Temelkuran'ın ''İkinci Yarısı'' adlı kitabından kafamda kalan bazı ifadelerle ilgili. Bunlardan bir tanesi çok takıldı kafama bugün:
''Kimse yeterince sevilmedi çocukluğunda, çünkü insanlık henüz yeterince sevmek diye bir şeyi keşfedemedi'' diyor Ece Hanım kitabında.
O yüzden de hiçbirimizin çocukluğunun süper olmadığını söylüyor. Çok düşündürdü beni bu sözler.

Yaşadıkça ve insanları başka başka görmeye başladıkça, hepimiz arıza, hepimiz yaralı, hepimiz ne kadar eksiğiz düşüncesi uzun zamandır benim de aklımı kurcalıyor. Belki de bu içe dönüş ve arıza dedektörü durumu bu yaşlarda başlıyor. Köprüden önce son çıkış misali, arızanın bir nebze olsun giderilmesi için de son şansın diyor hayat. Daha gençken arızanı anlayabilecek kadar tecrüben yoktu, daha çok yaşlanınca da, arızanı çözecek enerjin olmayacak, ha şimdi hallettin hallettin, olmadı bir bardak soğuk suyla, hem sen, hem yakınların için oldukça zor bir yaşlılık bekliyor seni!
''Bu arızaların sebebini boşver , nasıl çözebiliriz onu düşün!'' sürecinden çıkıp, ''ya biraz da sebeple boğuşalım bakalım!'' sürecine geçişim de, benim biraz bu ''yeterince sevilmedik'' ifadesiyle gerçekleşti. İlla ki yeterince, hatta fazla bile sevildiğini düşünen arızalar vardır etrafta, onların da arızaları inkardır zaten, o yüzden gülüp geçip, bizi niye kimse yeterince sevmediyi deşmek şu anda bana çok daha enteresan geliyor:)
Alamadığımız sevgilerle, eksik kalan kişilik değerlerimiz yüzünden, yaşamın her eksiğini kendi kendine doldurmak zorunda kalan yorgun egolarımız, sonunda,  doz doz narsistler olarak etrafta dolaşmamıza neden oluyor. Yeterince sevilmek diye bir şey olsaydı acaba, bu yetişkin arızalarımız tamamen ortadan kalkabilir miydi diye düşünüyorum.
Yeterince sevilmiş olsaydık, herkese güvenebilir miydik acaba? Yaşamadığımız güvensizlik sorunlarının, yaratmayacağı zaman kaybı ve hayal kırıklıkları ile acaba çok daha yeni model bir insan olabilir miydik?
Yeterince sevilmiş olsaydık, tatminsizliklerimiz olmadan bardağın kalan boşluğunu sürekli tamamlamak uğruna deli gibi heba eder miydik kendimizi?
Yeterince sevilmiş olsaydık, korku üretmeyecek olan kişilklerimiz sayesinde, daha sakin, daha toleranslı ve kıskanmayı bilmeyen yaratıklar olarak bir tür oluşturabilecek miydik?
Yeterince sevilmiş olsaydık, kendimizi olduğumuz gibi görmeye ve kabul etmeye katlanabilir miydk acaba?
Yoksa insan asla yeterince sevilemeyecek mi? Bu da bizim üretim hatamız mı? Çünkü sevgi kendi içinde bir açlık ve bağımlılık yaratan bir şey mi? Açlık ve bağımlılık yaratan bir şeyin kendi kendine bir doyum üretmesi mümkün değil mi? Tanımlanan bir yeter noktası asla olmadığı için eksik sevgilerimizle yaşamaya mahkum üretim arızaları olarak acaba ne kadar süre kullanılabileceğiz?
Notları bağlaya bağlaya hepsini bitirmişim. Bunlardan sonra uyku galip gelmiş, iyi ki de öyle olmuş, ya olmasaydı? Ya ben sabaha kadar bu soruları sormaya devam etseydim...

16 Mayıs 2011 Pazartesi

ÇOCUKLAR GİBİ ŞENDİK:))

"Kafasına kuş sıçtığında,"kısmettir" diyerek, şans oyunu oynayan toplumun; ağzına sıçana oy vermesi normaldir !.. "
GANİ MÜJDE
Dün IKEA'ya gitmiştim. Gidenler bilir, aldıklarınızı koyduğunuz el arabalarını, arabanızın yanına kadar götürmenizi engelleyen bariyerler vardır. Bunun için arabanızı o bariyerlere yanaştırır ve aldıklarınızı yüklersiniz. Şimdi nereye bağlayacak acaba? diyeceksiniz:) Sabredin çocuklarım göreceksiniz:) Evet, dün bunu yapmak üzere el arabasını bariyerin hemen arkasına bırakıp arabamı yanaştırmak için almaya gittim. Tam yanaşacakken bir adamın en az üç arabanın yanaşmasını engelleyecek şekilde arabasını yamuk yanaştırdığını gördüm. Adama rica edip arabasını dik yanaştırmasını rica ettim. Bana her araba için ayrılan alana koyulan çarpı işaretlerini gösterip (X işaretinin ayakları yamuktur ama tamamı tanımlanmış bir kare alanı belirtir yani düz bir şekildir) ''bize arabamızı yamuk parkedelim diye bu şekilde işaretlemişler, gidin başka yere yanaşın''dedi.
 
Şimdi bu gerizekalılığa önce sinirlendim, sonra deli gibi güldüm, sonra da dehşete kapıldım. Biz işine geleni rationalize etmeye o kadar müsait bir toplumuz ki! Bunun da en büyük sebebi bilimsel gerçekliklerden çok uzak olmamız. Eskiden bunun cahillik olduğunu düşünürdüm, ama bugün korku olduğunu düşünüyorum. (Zaten cehalet ve korku, biri olduğunda diğerini vareden iki kavram değil mi?)  Biz hala çocuk gibi, dünyada hoşumuza gitmeyen her şeyle mücadele edebilmek için gendi gerçekliğimizi yaratıyoruz.
 
Çocuklar; periler, güçlü kahramanlar vs yaratırken, biz de, büyük kurtarıcılar, batıl hurafeler, öz disiplinizimizi sağlayamadığımız için katı dışsal ahlaklar yaratıyoruz. Tüm bunları, sadece yaşamaktan ödümüz koptuğu için, kendi kendimize oluşturuyoruz. Çünkü yaşamın kendisi kelfetme süreci asla bitmeyecek kadar gerçek bir süreç.  Hayat bize uymayınca agresifleşiyoruz, çocuklar gibiyiz. Bilimsel gerçekliklerle tanışmamak için büyümüyoruz. Ölümlü olduğumuzu, yaptıklarımızdan sorumlu olduğumuzu, hayatın bizim dışımızda bir gerçeklik olduğunu anlayamıyoruz. 
 
Kısa vadede çok iyi sonuçlar veren bu strateji, uzun vadede bize öyle zarar veriyor ki! Çünkü çocukluk döneminin işe yarar bu stratejisi, gerçek hayatla uyuşmuyor, çünkü gerçekten çocukken etrafımızda sevimliliğimizden, kabul ettiğimiz bilgisizliğimizden, saflığımızdan, tecrübesizliğimizden, güçsüzlüğümüzden etkilenen tolerans düzeyi, büyüyünce kalmıyor. Çünkü, çocukken bizler ve büyük yetişkinler varken, bizim toplumumuzda büyüdüğümüzde hiç yetişkin bulamıyoruz. Sadece büyük çocuklar dolaşıyor etrafta. ''Sineklerin Tanrısı'' misali, benmerkezcilikleri ile her şeyi kendi mantığına uydurmaya çalışan vahşi çocuklarız biz. Kıskanç, şımarık, doyumsuz ve mutsuz.
 
14 milyar yıl önce oluştuğu düşünülen evrende, yaklaşık 4 milyar yıllık bir tarihi olan dünyada, yaklaşık 3.5 - 4 milyon yıldır insan diye bir tür olduğunu düşünürsek, genel anlamda insan türünün de evrimsel olarak henüz çocuk olduğunu varsayabiliriz. Ama biz kendi toplumumuzda inkar edip durduğumuz gerçeklikler yüzünden, sanki büyüme hormonu sürekli baskılanan bir tür genetik bozukluk yaşayan, garip bir ırk olarak yaşamaya devam ediyoruz.

20 Nisan 2011 Çarşamba

DERRIDA İLE AŞK SOHBETLERİ:))

Bir arkadaşım facebook duvarında, Jacques Derrida'nın aşk üzerine bir röportajını paylaşmış. Kendi adıma aşk üzerine düşündüğümde hep sorduğum bir soruyu, Derrida'nın ağzından dinleyince, malum tarafım tavana vurdu diyebilirim. Şimdi Derrida'dan başlayıp, bir tarafından devam edersen, bu yazı nasıl bir gidişatla sürecek diye düşünenler ve endişelenenler olabilir, ama hayat çelişkilerle dolu, bu kadar kusur kadı kızında da bulunur vs. gibi ipe sapa gelmez genellemelerle lafı ağzınıza tıkabilirim! Her ne kadar son derece saygın bir filozof ve onun yorumları hakkında bir yazı olacaksa da bu, sonuçta dönüp dolaşacağımız nokta, nacizane konu hakkında benim düşüncelerim olacak pek tabi ki!
Bir gün Derrida amcamıza soruyorlar, ''Aşk'ı anlatır mısınız'' diye. Adamcağız önce biraz boş bakıp, karşısındaki kişiye, muhtemelen ''bu kadıncağız önce bir soru sormayı öğrense ne güzel olur'' edalarıyla, ''böyle soru olmaz Amy'ciğim, ben bu kadar genel bir cevap veremem, ben filozofum yani, kapiş!!!, bana daha spesifik bir soru sor, canına kurban olayım'' diyor. Adının Amy olduğunu öğrendiğimiz ablamız, ilk taarruzu atlatmanın güveniyle, ''yani'' diyor, ''bunca yıldır filozoflar aşk konusu ile ilgili konuşuyorlar, sizin düşünceleriniz neler?''. Adamcağız aynı çaresizlikle, bu sefer fransızcada sıkça kullanılan geçiştirme ve bocalama ünlemlerini sıralamaya başlıyor, ''eh, ben, ööö, kua, uu, ....'' Amy vazgeçmiyor ve dinlerken sıradan bir fani olarak benim de anlamadığım, ''Platon şunu demişti...'' vari bir atakla şansını zorluyor. Derrida anlıyor ki, karşısındaki kadınla felsefi bir dialog kurması pek mümkün olmayacak, sazı elime alayım da konuya bir yerden dalayım bari diyerek, beni tavana yollayan cümleyi ediyor. ''Aşktaki esas soru kim/ne sorusudur''.

Hala yazıya bön bön bakanlar için daha detaylı açıklama geliyor, hiç merak etmeyin, Derrida diyor ki, aşk bir kişinin salt varlığına mı, yoksa o kişinin temsil ettiği özelliklere mi duyulur? Bir insana ''o'' olduğu için mi aşık oluruz, yoksa ''akıllı, esprili, düşünceli, hain, ukala, iyi kalpli, bonkör vs'' olduğu için mi? Çünkü Derrida'ya göre bu aslında felsefenin varlıkla ilgili temel sorusuyla aynı. Varlık bütün özelliklerinden bağımsız bir öz müdür, yoksa varlığı varlık yapan onun özellikleri midir?
Aşkı kişinin özelliklerine göre varedenler, bu özellikler değiştiğinde aşkın da yok olduğunu kabul etmek durumundadırlar. O zaman bir adım ileriye giderek şunu diyebiliriz belki. İnsan değişen bir organizmadır. Zaman içinde hem fiziksel olarak, hem de psikolojik olarak değişir, değişebilir. Bu durumda aşk nesnesi asla stabil olmayacaktır. Özelliklerine aşık olunan kişi değiştiğinde, aşk ta bitecektir. Bunu çoğu insan için şöyle de ifade edebiliriz. İnsanlar için diğerinde varolan özellikler neden önemlidir? Buna en mantıklı yanıt, bu özelliklerin kendilerini beslemesi ve nihayetinde mutlu etmesi olarak verilebilir. O zaman aynı mantık çerçevesi içersinde diyebiliriz ki, kişiyi mutlu eden diğerinin özellikleri değiştiğinde, yeni özellikler kişiyi mutlu etmezse, bundan türeyen veya tanımlanan aşk da biter.
Burada sözünü ettiğimiz aşk, Derrida adına konuşmak ne haddime ama, sanırım o da anladığım kadarı ile aynı fikirde, insanın her an yüreğini hoplatan, adrenalinin tepeye vurduğu, insanı delirten aşk değil elbet. Aşkın patolojisi olarak tanımlayabileceğimiz ve aşkın bazı evrelerinde yaşanan bu durum, her an doruk noktada yaşanmaz; yoksa buna zaten biyolojik olarak kalbimiz dayanmaz. Burada sözünü ettiğimiz elbetteki romantik sevgi, aşkın durulmuş sakin hali. Ama elbette bunu kardeşvari bir sevgiyle de asla karıştırmamak gerekiyor. 
Kişinin öz varlığına duyulan aşk ise değişime bağlı değil. En azından aşkın nesnesinin değişimine bağlı değil. Burada mantık zaten baştan devre dışı kalıyor. Bu biraz insanın kendi içinden ürettiği bir sevgi. Bu, bana kişinin kendi becerisi gibi geliyor. Karşı tarafın salt varlığından aşk üretmek hiç de mantıkla açıklayabileceğimiz bir şey değill. Zaten bu noktada aşk bir alış verişten farklı bir yaşam felsefesine dönüşüyor. Daha da soyutlaşıyor. Kendini birine adamak, koşulsuz sevmek gibi kavramlar, bu noktada anlam buluyor. Kendini sevmek gibi, gerçek anlamda bir olmak gibi. Ancak gerçek anlamda aşkın nesnesiyle bir olunca insan salt öze aşık olmanın ne demek olduğunu deneyimleyebilir.
İstisnalar çok olsa da, çocuklarımıza duyduğumuz sevginin koşulsuzluğu, gerçek anlamda kurabildiğimiz birlik duygusunun yansıması aslında. Bu duyguyu sadece biyolojik olarak açıklamak ne kadar doğru bilemiyorum, çünkü bu duygunun kişinin kapasitesi ve becerisi, iç gücü olduğuna inanıyorum. Bir maneviyat gücü de diyebiliriz buna. Aynı güç, koşulsuz tanrı aşkını da içinde barındırıyor. Korku, ceza vs. gibi dinin getirdiği toplum kurallarından arınmış bir inanç, kendini, varlıkla bütünleşmiş bir tanrı inancı ve ona ait koşulsuz bir sevgi ile gösteriyor. Son derece mistik bir bakış açısı olsa da, hayatını bir aşka adayan mistiklerin hiç bir beklenti içine girmeden koşulsuz sevmeleri ancak bu şekilde açıklanabiliyor. Belki de kendimizi koşulsuz sevebilecek kadar duygusal ve ruhsal beslenebiliyorsak hayattan, birilerini de koşulsuz sevebilecek duruma gelebiliyoruz. Aşkın mutlu olma ve mutlu etmekten ibaret olduğunu kabul etmek ve kişiyi salt o olduğu için sevmek gerçekten çok az insanın yakalayabildiği bir olgunluk seviyesi.
Görüldüğü üzere, her ne kadar bilimsel olarak birbiriyle her an çarpışan! nöronlardan ibaret bir sistem olduğumuza inanan biri olsam da, yaşamın bir kültür kurmadan devam etmesini de, kendi adıma doğru bulmuyorum. Ancak bilincimizle sınırlı organizmalarız, ama küçük çocuklara masal anlatmak onları mutlu etmek için ne kadar önemli ve sağlıklıysa, aşkı da, tüm de mistisizmi ile yaşamak da, o kadar yararlı ve insani bence.  Nasıl sanat bir ifade yöntemiyse kendimiz için, aşkın da bu şekil bir ifade yöntemi olduğunu, nasıl para kazanacağım diye sanat yapılmazsa, ''bana bunu veriyor'' diye de aşık olunamaz olduğunu düşünüyorum.
Derrida işin felsefi boyutundan uzaklaşmadan ''varlık'' nedir, sorusuyla aşka ait çok güzel açıklamalar veriyor. O sorusuna, aşkın ''öz''e mi, yoksa ''özelliklere'' mi ait olduğuna veya olması gerektiğine dair bir yanıt vermiyor, genelde filozofların yaptığı gibi problemi ortaya koyup tartışıyor. Ben bir filozof olmadığım için, sıradan bir insanın fütursuzluğuyla soruya cevaplarımı da gördüğünüz gibi taaaak diye veriyorum. Bunlar benim cevaplarım elbet, herkesin kendi cevabı, kendi aşkı, kendi soruları, kendi inancı kendine diyelim, koşulsuz sevenlere saygılar efendim:))

4 Nisan 2011 Pazartesi

17 YILIN ARDINDAN BİR FESTİVAL FELAKETİ....

Her şey son yıllarda ''bana bir şeyhler oluyor'' misali dellenmelerim sonucu, daha akıllı, daha bilgili, daha anarşist ve de hatta daha aktivist bir ruh haline bürünmem sonrasında, doğal olarak ve illaki bu yılki İstanbul Film Festivaline gitme kararlılığımla baş gösterdi.
Ancak uğursuz festivalin uğursuzluğu kendini başlamadan önce, hem de çoookkk acı bir tokatla gösteriverdi.

Geçen cumartesi, eşimin kendini bilime adayıp, Milano'daki bir tıp kongresine gitmesi sonucu, bu arada gideceği kongrede öğreneceklerinden çok bilumum italyan restaurant'larında neler yiyeceğinin hayalini kurarak heyecanlanması, tam da diyette olduğum bir dönemde beni deliye çevirse de, büyük bir entellektüel olgunlukla, ''sen karnını doyururken, ben de bilmem kaçıncı sanat mertebesine yükselen ve bu yolda yükselmeye devam eden sinema ile beynimi doyuracağım'' motivasyonu ile festivale ilk biletlerimi alarak programımı yaptım. Kendisi rehber olan ve tam da o gün uzun bir Kapadokya turundan İstanbul'a teşrif eden pek sevgili bir arkadaşımı da, bu aktiviteye dahil ederek uzun zamandır uzak kaldığı bu yapıcı ortama girecek olmasına vesile oldum.

Cumartesi akşamı internetten aldığım biletlerimin kağıt karton versiyonlarını ele geçirebilmek adına, Beyoğlu Fitaş sinemasına kapağı atıverdim. Cumartesi gününün coşmuş Beyoğlusunda volta atmanın keyfiyle, bekar ve çocuksuz günlerimin rolüne bürünerek, kendimi sokaklarda dolaşan yaş ortalaması 20-25 civarı gençlerin arasına kaynamış bulurken, eşimin şu anda önümdeki rizottonun tadını ve italyan şarabınıninin nefis aromasını sana nasıl anlatsam vari telefonu bile moralimi bozmaya yetmedi. Fitaş sinemasının önüne gelerek film afişlerine bakarken o anda vizyondaki filmlerin teker teker afişlerinin asılı olması ve bir tek festival filminin afişinin ortalıkla görünmeyişi, bende son derece takdir uyandıran bir onaylamayla ''vay be işte işi ticarete dökmemek diye ben buna derim, helal olsun, afiş asıp reklam bile yapmıyorlar'' tarzında düşüncelerle mutlu bir gülümseme yarattı. İnsan beyni nasıl bir oyunbaz, size her konuda gerekli argümanları sunuyor elbette...

Neyse, gişede yaklaşık üç torba dolusu 1 TLyi teker teker sayan (bunu niye gişede yapıyordu hiç anlamadım) kadına ''eyvah kabus gibi, ben şimdi soru sorucam o da kaçta kaldığını unutacak ve benden nefret edecek!'' korkusuyla yaklaşıp ''pardon'' dedim. Kafasını kaldırıp bakınca panikle ''lütfen yazın unutmayın!'' diye titrek bir sesle devam ettim. ''Ne yazayım?'' diye aval aval suratıma bakınca, ''eeehh benden günah gitti, festival biletimi alacaktım da, sizi onun için şeyettim'' dedim. ''Biletleri Atlas Pasajından alıyorsunuz'' diyerek saymaya devam etti. Hiç de nerede kaldığını unutmuşa benzemiyordu. Bu konudaki tek şaşkolozun ben olduğumu düşünerek, kadına duyduğum hayranlıkla Atlas Pasajına doğru yürümeye devam ettim. Bu arada uçağı tam 2,5 saat rötar yapan arkadaşım ise büyük bir kararlılıkla saat 21.30'daki filme yetişeceğini, en azından bunun için elinden geleni yaptığını söylüyordu. Atlas pasajına geldiğimde, gişeye yönelip ''ben festival biletlerimi alacaktım da'' dedim. Gişedeki üzügün üzgün bakan kadıncağız, ''Ah, biletler öbür gişeden satılıyor, ama saat sabah 10 ile akşam 17.00 arası yani kapandı'' dedi. ''Ama saat 19.30 ve internette film başlamadan 2 saat öncesinde gişeden alabilirsiniz diye anonsunuz var'' dedim. Kadının üzgün hali bir anda kaybolup çok eğlenir bir ruh haline jet hızıyla geçiverdi. ''Evet, film başlamadan 2 saat önce ama film haftaya başlıyor, yani 2 Nisan'da, bugün 26 Mart'' dedi. Hani bir şeyine baka baka oradan uzaklaşmak deyimi o güne kadar uydurulmamış olsaydı ben zaten benzer bir şey uydururdum. Kadıncağızın gününe neşe katmak dışında bir işe yaramayan şaşkınlığımla ilk festival golünü kendime atmış bulunuyordum. Hayır bir şey değil, festival kültürüne dahil edeceğim pek sevgili arkadaşımın da zihinsel tekamülüne ket vurmak gibi bir vicdani hesaplaşmaya da girecektim ki, güzel bir yemek yiyerek, kendisinin çok da pişman olmadığını umduğum felsefi ve politik bir muhabbetle akşamın entelektüel boşluğunu sanırım telafi ettim.

Ve sonunda beklenen an geldi. Gerçek festival günü bu sefer kime niyet kime kısmet misali, eşimin Milano dönüşü kendisini festivalde partnerim olarak bulmasıyla, soluğu yine Fitaş sinemasında aldım. Çok özenerek seçmiş olduğum ''Lizbonun Gizleri'' (ki filmi uzun süre Lizbondan Kaçış olarak aklımda tutmuşum, sebebi ilahi bir kudret, buna inanın) adlı film için kısa bir araştırma yapan eşim, filmin Imdb listesinde 8.2 puan almasından heyecanlanmasına rağmen, sırf bana bok atmak için filmle ilgili ''bugünkü gazetelere baktım görülecek filmler arasında bu yazmıyordu'' gibi yorumlarla sinirimi bozsa da, festival bülteninde aborkübüstes gibi asla adını öğrenme şansım olmayacağı bir derginin, bu filmi 2010 yılının en iyi filmi seçmiş olmasından kaynaklanan gururla, '' gazeteler ne anlarmış canım, onlar festivalin entel dantel sıkıcı ve kimsenin bir şey anlamadığı filmlerini öne çıkarıyorlar, bu film çok eğlenceliymiş'' diyerek ona hava atmaya devam ettim.

Sinema salonuna girerken insanlara bakıp ''benim zamanımda güzel kadınlar da festivale gelirdi'' gibi festivale gelme konusundaki motivasyonlarının başında sadece film seyretmek olmadığını anladığım pek sevgili eşime bir kaç tane hoş kadın bulup gösterip içini rahatlattıktan sonra, yerimize oturup bu sefer de çok önceden biletii internetten almış olmanın avantajıyla ne kadar iyi bir yerde oturduğumuza dikkat çekerek, yaptığım organizasyonun başarısıyla övündüm.


Kara felaket o anda başladı. Yanımızdaki iki kadının konuşmasına kulak misafiri olan eşim bembeyaz bir yüzle bana bakıp, ''sen filmin kaç saat olduğunu biliyor musun?'' diye sordu.''Ben hiç bir filmin kaç saat sürdüğüne bakmam, niye ki!'' diye cevap verdiğimde ''iyi halt edersin, film tam 4.5 saat sürüyormuş'' gibi bir yanıt duyunca ''yok canım yanlış duymuşsundur, 4,5 saat film mi olur'' diye önce inkar devresine geçsem de, psikolojik olarak sırayla yaklaşan duygusal felaketin 5 aşamasını yaşayacağımı anlamıştım. (inkar, öfke, pazarlık, depresyon, kabul).

Tam bu sırada bir anons yapılarak filmin senarsitinin aramızda olduğu ve kısa bir konuşma yapacağı söylendi. Saatine bakarak 21.30 olduğunu gören eşim, şimdiden sabaha karşı kaçta evde olunabileceğini, güneşin ilk ışıklarını yakalayabilirsek uzun zamandır bunun bizim için bir ilk olacağını falan söyleyip duruyordu. Yaşlı bir amca sahneye çıkarak filmle ilgili kısa bir giriş konuşması yaparak can alıcı cümleleri söyledi. ''Yönetmen bu filmi çekerken çok eğlendi, ben yazarken çok eğlendim, siz de seyrederken çok eğlenirsiz diye umuyorum''. Heyyyy be, sabaha kadar eğlence işte!!! diye biraz moral bulduysam da bunun ölüm öncesi yanıltıcı iyileşme durumundan farklı olmadığını daha sonra hemen anladım.

Film saat 22.00 da başladı.  Satta 23.00 de filmde asil ve zengin babasından gizlice, birine aşık olup onunla mektuplaşan bir kontesin üçüncü mektubuna henüz gelebilmiştik. Ben kesin kaçırdığım bir şey var, burada eğlenecek bir şey olmalı yoksa bize ters maniyer mi verdiler, filmin ne kadar acıklı olduğuna mı eğlenmemiz gerekiyor, yoksa şu soyluların kavuşamaması tiiiye alınıyor da ben mi anlamıyorum, kadın sürekli ağlıyor, yoksa burada rol yaparken arada göz kırpıyor da ben onu mu kaçırıyorum diye iyice kafayı yemek üzereyken, pek sevgili ancak sinirli eşim filmle alakasını çoktan kesmiş, en kestirme nasıl sinemayı terkedebileceğimizin hesaplarını yapıyordu. Arayı beklemeliyiz, rezil oluruz deyince de, iyice dellenip ''bu adamlar böyle bir film yapınca rezil olmuyorlar da, ben buradan çıkınca mı rezil olacağım, dayanamıyorum, ölüyorum'' vs gibi sözlerle beni ikna etmeye çalışırken, filmde ara olmayabileceğini söylemesi benim için yeterli oldu. O anda dünyadaki tüm utançları yaşamaya hazır olarak, sinemayı sağdan terketmeye meyilli eşime sola gitmemiz konusunda baskı yaparak, çıkmaz merdivenlere kadar herkesin önünden yürümek zorunda kalmamıza neden oldum ve tabi ki geri dönerek bu sefer sağ taraftan sinemayı terkederken, önden bir pire çabukluğuyla salondan çıkan eşimin arkasında, yolu kaybedip, kendini film makinesinin bulunduğu odanın önünde projektörü gölgelerken bulan ben, ''allahım şurada bir kapak açılsa ve ben bu karabasandan dışarı fırlasam!!'' dualarıyla, aynı insanlarından önünden bir kaç kez geçerek, sonunda çıkışı buldum. Çıkış kapısının önünde ''niye geciktin, yoksa karanlıkta düştün mü?'' diyen eşim, burnunun daha önce iki kere kırılmış olmasına dua etmesi gerektiğinin, yoksa sağlam bir kroşe ile kendini yerde bulacağının hala farkına varamamıştı.

Saat 12.10 da evdeydik. Eşim''Biliyor musun, film hala yarısına bile gelmedi'' dedi. Sonra korkarak başka biletim olup olmadığını sordu. ''Olmaz olur mu, bak bu filmin adı Muhbir, çok eğlenceli ve heyecanlı hem de çok zor bilet bulabildim, önümüzdeki perşembe, hem yerimizde çok iyi, valla çok iyi film, çok eğlenicez, ben özellikle seçtim, şu sıkıcı festival filmlerinden değil ama boş film de değil, zaten boş film olsa festivalde oynatırlar mı, hem eminim çok güzel kadınlar da gelecektir filmi izlemeye, yakışıklı erkekler de gelecek desem!!!........

ADİL OL, CANIMI YE:))

Dün okuduğum bir yazı (1), da Willam Godwin'e ait şöyle bir söz vardı: ''Bir insanın bir başkasına karşı davranışının hakiki ölçüsü, adalettir''.
Tabi ki, adalet kavramını oluşturan değer insanidir. Yani doğada kendiliğinden oluşmuş bir adalet kavramı yoktur. Adalet elle tutulur gözle görülür bir şey de değildir, öyleyse kriterleri insanlar tarafından belirlenen bir kavramın, bir ölçü kadar özünde somut bir söylemle, insani ilişkilerde belirleyici bir konuma gelmesi insanı tedirgin edebilir. Tıpkı demokrasinin en azından şu an için varolan en iyi yönetim şekli olduğunun düşünülmesi gibi... Aynı yazıda, Anatol France'ın da ''Hukuk, o muhteşem eşitçiliğiyle, köprü altında yatmayı, sokaklarda dilenmeyi ve ekmek çalmayı yoksullara da, varsıllara da aynı şekilde yasaklar'' sözü de son derece ironik bir şekilde geçiyordu.

Resmi hukuk kurallarını oluşturan insanların ne olursa olsun politik olmamalarını beklemek mümkün değil elbet. Dolayısıyla yargının bağımsız olması fikri zaten en başından son derece komik aslında. Yargı olsa olsa çelişik olur, yani yargı içinde birbirini denetleyen kurumlar aynı siyasi yapılardan gelmezlerse, bir çelişiklik sağlanır ve sanki ortada bağımsız bir yargı var illüzyonu yaratılarak bir çeşit ''mastürbasyon'' yapılabilir. Oysa ortada olan kaotik bir durumdan başkası değildir. Birinin kararını öbürü bozar, onun bozduğunda diğeri diretir. Yargının aynı siyasi alt yapıdan beslenen, yani fikirsel olarak daha homojen bireylerden oluştuğu bir yapılanmada ise, ne olursa olsun bu siyasi temelin dışında kalan gruplar, yargıyı taraflı olmakla suçlarlar. Niyetim politik bir yazı yazmak değil aslında. Ben yine buralardan bizim güncel, sosyal, bireysel ilişkilerimize gelmek isterken, kendimi bir anda yargı sistemi içinde kaybolmuş bulduysam, bunun sebebi, makro (toplumsal) düzeyde yaşanan yargısal olguların, mikro düzeyde (bireysel) yaşanan yargısal olgulardan çok da farklı olmadığı izlenimini edinmemdir.

Eğer adaleti kişisel ilişkilerde temel bir ölçü olarak kabul edeceksek ki, varolan koşullar altında kişisel olarak en yakın olduğum görüş bu, bu ölçünün birimlerini nasıl hesaplayacağımız konusunda ve kendi ahlaki kriterlerimizle nasıl başa çıkacağımız konusunda ciddi bir sorun yaşadığımız son derece aşikar. Elbette, bu konuya kafa yormayan, kendi adaletini dünyanın adaleti sayan insanlar çoğunlukta olduğu için, bu debelenme durumu pek bir şey ifade etmiyor. Ama kişisel ruh sağlığım açısından, bu şekilde debelenmek yine de bana iyi geliyor:))

Ortaya kesin kurallar koyarak adaleti tanımlamak, bir şekilde bireyi yok ediyor. Zaten düzen için de, bireyin yok olması gerekiyor. Dinlerin ve devletlerin yapmaya çalıştıkları da özünde bu, ancak birey biraz kafayı sıyırıp, ''ya bi dakka, yaaa, şunun şurasında bir sıkımlık ömrümüz var, onun da içine etmeyin, hem bu ömrü değerli kılma illüzyonu içinde, maddi manevi binlerce alternatif yaşam modeli karşıma çıkarıyorsunuz, hem de koyduğunuz ahlaki, dini, siyasi kural ve kanunlarla tepeme biniyorsunuz, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu'' isyanına gark olduğunda, ortalık birdenbire karışıp, ayıkla pirincin taşını durumuna hepbirlikte düşüveriyoruz.

Öyleyse ölçü ne, din mi, ahlak mı, vicdan mı, kanun mu, kimin kanunu, kimin ahlakı, kimin dini, kimin vicdanı... Böyle bir karmaşa içinde orman kanunlarıyla işini gören insanı yargılamak kime düşer ki...Sanırım hukuk felsefesi olarak bu soruların belli yanıtları, göreceli olarak elbette, vardır da, uygulamaya kalkıldığında, insani ilişkilerimizde felsefi teorileri fazla kaale almadığımız gibi bu tarz hukuksal sorgulamaları da kaale almadığımız ortada.

Yine bireysel ilişkilerimize dönersek, belki de insanlardan en fazla bekleyebileceğimiz en azından kendi adalet anlayışlarında tutarlı olmaları olabilir. Yani en azından kendi adalet anlayışlarını herkese eşit uygulamayı becerebilirler. Burada sevgiden söz etmiyorum. Sevdiğimiz veya duygusal olarak yakın olduğumuz kişilere karşı daha toleranslı olabiliriz. Aynı hatayı (bize göre) yapan iki kişi arasında, duygusal bağımız olanlarınkini daha yumuşak karşılayabiliriz, ama hata değerlendirmesi yaparken bunun bilincinde olmak, bu hatayı yapan iki kişinin de eşit olduğunu ortaya koymak, kendi duygusal zayıflık ve zaaflarımızla yüzleşmek, ''yapılanın farkındayım ama söz konusu o olduğu için tolerans gösterdim'' diyebilecek dürüstlüğü ve samimiyeti göstermek bana belki de bu işin püf noktası gibi geliyor. Çünkü söz konusu iki davranış aynı olduğunu göre göre, duygusal bağlarla, kişileri değil, davranışları birbrinden ayırıp değerlendirmek belki de gerçek adalaletsizlik. Çünkü burada insanın kendi kendisine yalanı başlıyor.

Sonuçta en uç örneği vermek gerektiğinde, çocuğunun katil olduğunu öğrenen bir anne bunu tolere edebilir ama çocuğunun katil olduğuyla da yüzleşir. Belki de bu şekilde sevmek çok daha zordur ama yine de becerilebilir. Ya da çocuğunu öldüren kişiyi öldürmek isteyebilir insan veya bunu eline fırsat geçse yapabilir, ama yine de her noktada idam cezasına karşı olabilir. Sevdiğimiz insanların normalde olumlamadığımız davranışlarına tolerans gösterebiliriz. Ama bu o davranışları benimseyip yüceltmek noktasına geldiğinde, adalet duygumuz sapmış demektir. Bu değişim değildir, bu sevilenin adaletimizi yeniden yapılandırmasıdır ki, belki de en büyük tehlike, adaletimizin bizden başkası tarafından şekillendirilmesidir. Kendimiz yaptığımızda bile işin içinden çıkamıyoruz, bir de başkasının sistemiyle, bu fanatizmin içinde kaybolur gideriz.

Adil olmak, karanlıkta yön bulmak gibi. Biraz sezgisel belki de. Ama bir yanda da referans noktalarını kaybetmemekle de ilgili. İnsanın sonuçta en önemli kişisel ilişki ölçütü, ''bu kararı verirken adil miydim?'' sorusuna, kendince dürüst yanıt verebilmesi sanırım. Sadece kendi kendine, kimse olmadan adil olup olmadığını itiraf edebilmesi.