20 Nisan 2011 Çarşamba

DERRIDA İLE AŞK SOHBETLERİ:))

Bir arkadaşım facebook duvarında, Jacques Derrida'nın aşk üzerine bir röportajını paylaşmış. Kendi adıma aşk üzerine düşündüğümde hep sorduğum bir soruyu, Derrida'nın ağzından dinleyince, malum tarafım tavana vurdu diyebilirim. Şimdi Derrida'dan başlayıp, bir tarafından devam edersen, bu yazı nasıl bir gidişatla sürecek diye düşünenler ve endişelenenler olabilir, ama hayat çelişkilerle dolu, bu kadar kusur kadı kızında da bulunur vs. gibi ipe sapa gelmez genellemelerle lafı ağzınıza tıkabilirim! Her ne kadar son derece saygın bir filozof ve onun yorumları hakkında bir yazı olacaksa da bu, sonuçta dönüp dolaşacağımız nokta, nacizane konu hakkında benim düşüncelerim olacak pek tabi ki!
Bir gün Derrida amcamıza soruyorlar, ''Aşk'ı anlatır mısınız'' diye. Adamcağız önce biraz boş bakıp, karşısındaki kişiye, muhtemelen ''bu kadıncağız önce bir soru sormayı öğrense ne güzel olur'' edalarıyla, ''böyle soru olmaz Amy'ciğim, ben bu kadar genel bir cevap veremem, ben filozofum yani, kapiş!!!, bana daha spesifik bir soru sor, canına kurban olayım'' diyor. Adının Amy olduğunu öğrendiğimiz ablamız, ilk taarruzu atlatmanın güveniyle, ''yani'' diyor, ''bunca yıldır filozoflar aşk konusu ile ilgili konuşuyorlar, sizin düşünceleriniz neler?''. Adamcağız aynı çaresizlikle, bu sefer fransızcada sıkça kullanılan geçiştirme ve bocalama ünlemlerini sıralamaya başlıyor, ''eh, ben, ööö, kua, uu, ....'' Amy vazgeçmiyor ve dinlerken sıradan bir fani olarak benim de anlamadığım, ''Platon şunu demişti...'' vari bir atakla şansını zorluyor. Derrida anlıyor ki, karşısındaki kadınla felsefi bir dialog kurması pek mümkün olmayacak, sazı elime alayım da konuya bir yerden dalayım bari diyerek, beni tavana yollayan cümleyi ediyor. ''Aşktaki esas soru kim/ne sorusudur''.

Hala yazıya bön bön bakanlar için daha detaylı açıklama geliyor, hiç merak etmeyin, Derrida diyor ki, aşk bir kişinin salt varlığına mı, yoksa o kişinin temsil ettiği özelliklere mi duyulur? Bir insana ''o'' olduğu için mi aşık oluruz, yoksa ''akıllı, esprili, düşünceli, hain, ukala, iyi kalpli, bonkör vs'' olduğu için mi? Çünkü Derrida'ya göre bu aslında felsefenin varlıkla ilgili temel sorusuyla aynı. Varlık bütün özelliklerinden bağımsız bir öz müdür, yoksa varlığı varlık yapan onun özellikleri midir?
Aşkı kişinin özelliklerine göre varedenler, bu özellikler değiştiğinde aşkın da yok olduğunu kabul etmek durumundadırlar. O zaman bir adım ileriye giderek şunu diyebiliriz belki. İnsan değişen bir organizmadır. Zaman içinde hem fiziksel olarak, hem de psikolojik olarak değişir, değişebilir. Bu durumda aşk nesnesi asla stabil olmayacaktır. Özelliklerine aşık olunan kişi değiştiğinde, aşk ta bitecektir. Bunu çoğu insan için şöyle de ifade edebiliriz. İnsanlar için diğerinde varolan özellikler neden önemlidir? Buna en mantıklı yanıt, bu özelliklerin kendilerini beslemesi ve nihayetinde mutlu etmesi olarak verilebilir. O zaman aynı mantık çerçevesi içersinde diyebiliriz ki, kişiyi mutlu eden diğerinin özellikleri değiştiğinde, yeni özellikler kişiyi mutlu etmezse, bundan türeyen veya tanımlanan aşk da biter.
Burada sözünü ettiğimiz aşk, Derrida adına konuşmak ne haddime ama, sanırım o da anladığım kadarı ile aynı fikirde, insanın her an yüreğini hoplatan, adrenalinin tepeye vurduğu, insanı delirten aşk değil elbet. Aşkın patolojisi olarak tanımlayabileceğimiz ve aşkın bazı evrelerinde yaşanan bu durum, her an doruk noktada yaşanmaz; yoksa buna zaten biyolojik olarak kalbimiz dayanmaz. Burada sözünü ettiğimiz elbetteki romantik sevgi, aşkın durulmuş sakin hali. Ama elbette bunu kardeşvari bir sevgiyle de asla karıştırmamak gerekiyor. 
Kişinin öz varlığına duyulan aşk ise değişime bağlı değil. En azından aşkın nesnesinin değişimine bağlı değil. Burada mantık zaten baştan devre dışı kalıyor. Bu biraz insanın kendi içinden ürettiği bir sevgi. Bu, bana kişinin kendi becerisi gibi geliyor. Karşı tarafın salt varlığından aşk üretmek hiç de mantıkla açıklayabileceğimiz bir şey değill. Zaten bu noktada aşk bir alış verişten farklı bir yaşam felsefesine dönüşüyor. Daha da soyutlaşıyor. Kendini birine adamak, koşulsuz sevmek gibi kavramlar, bu noktada anlam buluyor. Kendini sevmek gibi, gerçek anlamda bir olmak gibi. Ancak gerçek anlamda aşkın nesnesiyle bir olunca insan salt öze aşık olmanın ne demek olduğunu deneyimleyebilir.
İstisnalar çok olsa da, çocuklarımıza duyduğumuz sevginin koşulsuzluğu, gerçek anlamda kurabildiğimiz birlik duygusunun yansıması aslında. Bu duyguyu sadece biyolojik olarak açıklamak ne kadar doğru bilemiyorum, çünkü bu duygunun kişinin kapasitesi ve becerisi, iç gücü olduğuna inanıyorum. Bir maneviyat gücü de diyebiliriz buna. Aynı güç, koşulsuz tanrı aşkını da içinde barındırıyor. Korku, ceza vs. gibi dinin getirdiği toplum kurallarından arınmış bir inanç, kendini, varlıkla bütünleşmiş bir tanrı inancı ve ona ait koşulsuz bir sevgi ile gösteriyor. Son derece mistik bir bakış açısı olsa da, hayatını bir aşka adayan mistiklerin hiç bir beklenti içine girmeden koşulsuz sevmeleri ancak bu şekilde açıklanabiliyor. Belki de kendimizi koşulsuz sevebilecek kadar duygusal ve ruhsal beslenebiliyorsak hayattan, birilerini de koşulsuz sevebilecek duruma gelebiliyoruz. Aşkın mutlu olma ve mutlu etmekten ibaret olduğunu kabul etmek ve kişiyi salt o olduğu için sevmek gerçekten çok az insanın yakalayabildiği bir olgunluk seviyesi.
Görüldüğü üzere, her ne kadar bilimsel olarak birbiriyle her an çarpışan! nöronlardan ibaret bir sistem olduğumuza inanan biri olsam da, yaşamın bir kültür kurmadan devam etmesini de, kendi adıma doğru bulmuyorum. Ancak bilincimizle sınırlı organizmalarız, ama küçük çocuklara masal anlatmak onları mutlu etmek için ne kadar önemli ve sağlıklıysa, aşkı da, tüm de mistisizmi ile yaşamak da, o kadar yararlı ve insani bence.  Nasıl sanat bir ifade yöntemiyse kendimiz için, aşkın da bu şekil bir ifade yöntemi olduğunu, nasıl para kazanacağım diye sanat yapılmazsa, ''bana bunu veriyor'' diye de aşık olunamaz olduğunu düşünüyorum.
Derrida işin felsefi boyutundan uzaklaşmadan ''varlık'' nedir, sorusuyla aşka ait çok güzel açıklamalar veriyor. O sorusuna, aşkın ''öz''e mi, yoksa ''özelliklere'' mi ait olduğuna veya olması gerektiğine dair bir yanıt vermiyor, genelde filozofların yaptığı gibi problemi ortaya koyup tartışıyor. Ben bir filozof olmadığım için, sıradan bir insanın fütursuzluğuyla soruya cevaplarımı da gördüğünüz gibi taaaak diye veriyorum. Bunlar benim cevaplarım elbet, herkesin kendi cevabı, kendi aşkı, kendi soruları, kendi inancı kendine diyelim, koşulsuz sevenlere saygılar efendim:))

4 Nisan 2011 Pazartesi

17 YILIN ARDINDAN BİR FESTİVAL FELAKETİ....

Her şey son yıllarda ''bana bir şeyhler oluyor'' misali dellenmelerim sonucu, daha akıllı, daha bilgili, daha anarşist ve de hatta daha aktivist bir ruh haline bürünmem sonrasında, doğal olarak ve illaki bu yılki İstanbul Film Festivaline gitme kararlılığımla baş gösterdi.
Ancak uğursuz festivalin uğursuzluğu kendini başlamadan önce, hem de çoookkk acı bir tokatla gösteriverdi.

Geçen cumartesi, eşimin kendini bilime adayıp, Milano'daki bir tıp kongresine gitmesi sonucu, bu arada gideceği kongrede öğreneceklerinden çok bilumum italyan restaurant'larında neler yiyeceğinin hayalini kurarak heyecanlanması, tam da diyette olduğum bir dönemde beni deliye çevirse de, büyük bir entellektüel olgunlukla, ''sen karnını doyururken, ben de bilmem kaçıncı sanat mertebesine yükselen ve bu yolda yükselmeye devam eden sinema ile beynimi doyuracağım'' motivasyonu ile festivale ilk biletlerimi alarak programımı yaptım. Kendisi rehber olan ve tam da o gün uzun bir Kapadokya turundan İstanbul'a teşrif eden pek sevgili bir arkadaşımı da, bu aktiviteye dahil ederek uzun zamandır uzak kaldığı bu yapıcı ortama girecek olmasına vesile oldum.

Cumartesi akşamı internetten aldığım biletlerimin kağıt karton versiyonlarını ele geçirebilmek adına, Beyoğlu Fitaş sinemasına kapağı atıverdim. Cumartesi gününün coşmuş Beyoğlusunda volta atmanın keyfiyle, bekar ve çocuksuz günlerimin rolüne bürünerek, kendimi sokaklarda dolaşan yaş ortalaması 20-25 civarı gençlerin arasına kaynamış bulurken, eşimin şu anda önümdeki rizottonun tadını ve italyan şarabınıninin nefis aromasını sana nasıl anlatsam vari telefonu bile moralimi bozmaya yetmedi. Fitaş sinemasının önüne gelerek film afişlerine bakarken o anda vizyondaki filmlerin teker teker afişlerinin asılı olması ve bir tek festival filminin afişinin ortalıkla görünmeyişi, bende son derece takdir uyandıran bir onaylamayla ''vay be işte işi ticarete dökmemek diye ben buna derim, helal olsun, afiş asıp reklam bile yapmıyorlar'' tarzında düşüncelerle mutlu bir gülümseme yarattı. İnsan beyni nasıl bir oyunbaz, size her konuda gerekli argümanları sunuyor elbette...

Neyse, gişede yaklaşık üç torba dolusu 1 TLyi teker teker sayan (bunu niye gişede yapıyordu hiç anlamadım) kadına ''eyvah kabus gibi, ben şimdi soru sorucam o da kaçta kaldığını unutacak ve benden nefret edecek!'' korkusuyla yaklaşıp ''pardon'' dedim. Kafasını kaldırıp bakınca panikle ''lütfen yazın unutmayın!'' diye titrek bir sesle devam ettim. ''Ne yazayım?'' diye aval aval suratıma bakınca, ''eeehh benden günah gitti, festival biletimi alacaktım da, sizi onun için şeyettim'' dedim. ''Biletleri Atlas Pasajından alıyorsunuz'' diyerek saymaya devam etti. Hiç de nerede kaldığını unutmuşa benzemiyordu. Bu konudaki tek şaşkolozun ben olduğumu düşünerek, kadına duyduğum hayranlıkla Atlas Pasajına doğru yürümeye devam ettim. Bu arada uçağı tam 2,5 saat rötar yapan arkadaşım ise büyük bir kararlılıkla saat 21.30'daki filme yetişeceğini, en azından bunun için elinden geleni yaptığını söylüyordu. Atlas pasajına geldiğimde, gişeye yönelip ''ben festival biletlerimi alacaktım da'' dedim. Gişedeki üzügün üzgün bakan kadıncağız, ''Ah, biletler öbür gişeden satılıyor, ama saat sabah 10 ile akşam 17.00 arası yani kapandı'' dedi. ''Ama saat 19.30 ve internette film başlamadan 2 saat öncesinde gişeden alabilirsiniz diye anonsunuz var'' dedim. Kadının üzgün hali bir anda kaybolup çok eğlenir bir ruh haline jet hızıyla geçiverdi. ''Evet, film başlamadan 2 saat önce ama film haftaya başlıyor, yani 2 Nisan'da, bugün 26 Mart'' dedi. Hani bir şeyine baka baka oradan uzaklaşmak deyimi o güne kadar uydurulmamış olsaydı ben zaten benzer bir şey uydururdum. Kadıncağızın gününe neşe katmak dışında bir işe yaramayan şaşkınlığımla ilk festival golünü kendime atmış bulunuyordum. Hayır bir şey değil, festival kültürüne dahil edeceğim pek sevgili arkadaşımın da zihinsel tekamülüne ket vurmak gibi bir vicdani hesaplaşmaya da girecektim ki, güzel bir yemek yiyerek, kendisinin çok da pişman olmadığını umduğum felsefi ve politik bir muhabbetle akşamın entelektüel boşluğunu sanırım telafi ettim.

Ve sonunda beklenen an geldi. Gerçek festival günü bu sefer kime niyet kime kısmet misali, eşimin Milano dönüşü kendisini festivalde partnerim olarak bulmasıyla, soluğu yine Fitaş sinemasında aldım. Çok özenerek seçmiş olduğum ''Lizbonun Gizleri'' (ki filmi uzun süre Lizbondan Kaçış olarak aklımda tutmuşum, sebebi ilahi bir kudret, buna inanın) adlı film için kısa bir araştırma yapan eşim, filmin Imdb listesinde 8.2 puan almasından heyecanlanmasına rağmen, sırf bana bok atmak için filmle ilgili ''bugünkü gazetelere baktım görülecek filmler arasında bu yazmıyordu'' gibi yorumlarla sinirimi bozsa da, festival bülteninde aborkübüstes gibi asla adını öğrenme şansım olmayacağı bir derginin, bu filmi 2010 yılının en iyi filmi seçmiş olmasından kaynaklanan gururla, '' gazeteler ne anlarmış canım, onlar festivalin entel dantel sıkıcı ve kimsenin bir şey anlamadığı filmlerini öne çıkarıyorlar, bu film çok eğlenceliymiş'' diyerek ona hava atmaya devam ettim.

Sinema salonuna girerken insanlara bakıp ''benim zamanımda güzel kadınlar da festivale gelirdi'' gibi festivale gelme konusundaki motivasyonlarının başında sadece film seyretmek olmadığını anladığım pek sevgili eşime bir kaç tane hoş kadın bulup gösterip içini rahatlattıktan sonra, yerimize oturup bu sefer de çok önceden biletii internetten almış olmanın avantajıyla ne kadar iyi bir yerde oturduğumuza dikkat çekerek, yaptığım organizasyonun başarısıyla övündüm.


Kara felaket o anda başladı. Yanımızdaki iki kadının konuşmasına kulak misafiri olan eşim bembeyaz bir yüzle bana bakıp, ''sen filmin kaç saat olduğunu biliyor musun?'' diye sordu.''Ben hiç bir filmin kaç saat sürdüğüne bakmam, niye ki!'' diye cevap verdiğimde ''iyi halt edersin, film tam 4.5 saat sürüyormuş'' gibi bir yanıt duyunca ''yok canım yanlış duymuşsundur, 4,5 saat film mi olur'' diye önce inkar devresine geçsem de, psikolojik olarak sırayla yaklaşan duygusal felaketin 5 aşamasını yaşayacağımı anlamıştım. (inkar, öfke, pazarlık, depresyon, kabul).

Tam bu sırada bir anons yapılarak filmin senarsitinin aramızda olduğu ve kısa bir konuşma yapacağı söylendi. Saatine bakarak 21.30 olduğunu gören eşim, şimdiden sabaha karşı kaçta evde olunabileceğini, güneşin ilk ışıklarını yakalayabilirsek uzun zamandır bunun bizim için bir ilk olacağını falan söyleyip duruyordu. Yaşlı bir amca sahneye çıkarak filmle ilgili kısa bir giriş konuşması yaparak can alıcı cümleleri söyledi. ''Yönetmen bu filmi çekerken çok eğlendi, ben yazarken çok eğlendim, siz de seyrederken çok eğlenirsiz diye umuyorum''. Heyyyy be, sabaha kadar eğlence işte!!! diye biraz moral bulduysam da bunun ölüm öncesi yanıltıcı iyileşme durumundan farklı olmadığını daha sonra hemen anladım.

Film saat 22.00 da başladı.  Satta 23.00 de filmde asil ve zengin babasından gizlice, birine aşık olup onunla mektuplaşan bir kontesin üçüncü mektubuna henüz gelebilmiştik. Ben kesin kaçırdığım bir şey var, burada eğlenecek bir şey olmalı yoksa bize ters maniyer mi verdiler, filmin ne kadar acıklı olduğuna mı eğlenmemiz gerekiyor, yoksa şu soyluların kavuşamaması tiiiye alınıyor da ben mi anlamıyorum, kadın sürekli ağlıyor, yoksa burada rol yaparken arada göz kırpıyor da ben onu mu kaçırıyorum diye iyice kafayı yemek üzereyken, pek sevgili ancak sinirli eşim filmle alakasını çoktan kesmiş, en kestirme nasıl sinemayı terkedebileceğimizin hesaplarını yapıyordu. Arayı beklemeliyiz, rezil oluruz deyince de, iyice dellenip ''bu adamlar böyle bir film yapınca rezil olmuyorlar da, ben buradan çıkınca mı rezil olacağım, dayanamıyorum, ölüyorum'' vs gibi sözlerle beni ikna etmeye çalışırken, filmde ara olmayabileceğini söylemesi benim için yeterli oldu. O anda dünyadaki tüm utançları yaşamaya hazır olarak, sinemayı sağdan terketmeye meyilli eşime sola gitmemiz konusunda baskı yaparak, çıkmaz merdivenlere kadar herkesin önünden yürümek zorunda kalmamıza neden oldum ve tabi ki geri dönerek bu sefer sağ taraftan sinemayı terkederken, önden bir pire çabukluğuyla salondan çıkan eşimin arkasında, yolu kaybedip, kendini film makinesinin bulunduğu odanın önünde projektörü gölgelerken bulan ben, ''allahım şurada bir kapak açılsa ve ben bu karabasandan dışarı fırlasam!!'' dualarıyla, aynı insanlarından önünden bir kaç kez geçerek, sonunda çıkışı buldum. Çıkış kapısının önünde ''niye geciktin, yoksa karanlıkta düştün mü?'' diyen eşim, burnunun daha önce iki kere kırılmış olmasına dua etmesi gerektiğinin, yoksa sağlam bir kroşe ile kendini yerde bulacağının hala farkına varamamıştı.

Saat 12.10 da evdeydik. Eşim''Biliyor musun, film hala yarısına bile gelmedi'' dedi. Sonra korkarak başka biletim olup olmadığını sordu. ''Olmaz olur mu, bak bu filmin adı Muhbir, çok eğlenceli ve heyecanlı hem de çok zor bilet bulabildim, önümüzdeki perşembe, hem yerimizde çok iyi, valla çok iyi film, çok eğlenicez, ben özellikle seçtim, şu sıkıcı festival filmlerinden değil ama boş film de değil, zaten boş film olsa festivalde oynatırlar mı, hem eminim çok güzel kadınlar da gelecektir filmi izlemeye, yakışıklı erkekler de gelecek desem!!!........

ADİL OL, CANIMI YE:))

Dün okuduğum bir yazı (1), da Willam Godwin'e ait şöyle bir söz vardı: ''Bir insanın bir başkasına karşı davranışının hakiki ölçüsü, adalettir''.
Tabi ki, adalet kavramını oluşturan değer insanidir. Yani doğada kendiliğinden oluşmuş bir adalet kavramı yoktur. Adalet elle tutulur gözle görülür bir şey de değildir, öyleyse kriterleri insanlar tarafından belirlenen bir kavramın, bir ölçü kadar özünde somut bir söylemle, insani ilişkilerde belirleyici bir konuma gelmesi insanı tedirgin edebilir. Tıpkı demokrasinin en azından şu an için varolan en iyi yönetim şekli olduğunun düşünülmesi gibi... Aynı yazıda, Anatol France'ın da ''Hukuk, o muhteşem eşitçiliğiyle, köprü altında yatmayı, sokaklarda dilenmeyi ve ekmek çalmayı yoksullara da, varsıllara da aynı şekilde yasaklar'' sözü de son derece ironik bir şekilde geçiyordu.

Resmi hukuk kurallarını oluşturan insanların ne olursa olsun politik olmamalarını beklemek mümkün değil elbet. Dolayısıyla yargının bağımsız olması fikri zaten en başından son derece komik aslında. Yargı olsa olsa çelişik olur, yani yargı içinde birbirini denetleyen kurumlar aynı siyasi yapılardan gelmezlerse, bir çelişiklik sağlanır ve sanki ortada bağımsız bir yargı var illüzyonu yaratılarak bir çeşit ''mastürbasyon'' yapılabilir. Oysa ortada olan kaotik bir durumdan başkası değildir. Birinin kararını öbürü bozar, onun bozduğunda diğeri diretir. Yargının aynı siyasi alt yapıdan beslenen, yani fikirsel olarak daha homojen bireylerden oluştuğu bir yapılanmada ise, ne olursa olsun bu siyasi temelin dışında kalan gruplar, yargıyı taraflı olmakla suçlarlar. Niyetim politik bir yazı yazmak değil aslında. Ben yine buralardan bizim güncel, sosyal, bireysel ilişkilerimize gelmek isterken, kendimi bir anda yargı sistemi içinde kaybolmuş bulduysam, bunun sebebi, makro (toplumsal) düzeyde yaşanan yargısal olguların, mikro düzeyde (bireysel) yaşanan yargısal olgulardan çok da farklı olmadığı izlenimini edinmemdir.

Eğer adaleti kişisel ilişkilerde temel bir ölçü olarak kabul edeceksek ki, varolan koşullar altında kişisel olarak en yakın olduğum görüş bu, bu ölçünün birimlerini nasıl hesaplayacağımız konusunda ve kendi ahlaki kriterlerimizle nasıl başa çıkacağımız konusunda ciddi bir sorun yaşadığımız son derece aşikar. Elbette, bu konuya kafa yormayan, kendi adaletini dünyanın adaleti sayan insanlar çoğunlukta olduğu için, bu debelenme durumu pek bir şey ifade etmiyor. Ama kişisel ruh sağlığım açısından, bu şekilde debelenmek yine de bana iyi geliyor:))

Ortaya kesin kurallar koyarak adaleti tanımlamak, bir şekilde bireyi yok ediyor. Zaten düzen için de, bireyin yok olması gerekiyor. Dinlerin ve devletlerin yapmaya çalıştıkları da özünde bu, ancak birey biraz kafayı sıyırıp, ''ya bi dakka, yaaa, şunun şurasında bir sıkımlık ömrümüz var, onun da içine etmeyin, hem bu ömrü değerli kılma illüzyonu içinde, maddi manevi binlerce alternatif yaşam modeli karşıma çıkarıyorsunuz, hem de koyduğunuz ahlaki, dini, siyasi kural ve kanunlarla tepeme biniyorsunuz, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu'' isyanına gark olduğunda, ortalık birdenbire karışıp, ayıkla pirincin taşını durumuna hepbirlikte düşüveriyoruz.

Öyleyse ölçü ne, din mi, ahlak mı, vicdan mı, kanun mu, kimin kanunu, kimin ahlakı, kimin dini, kimin vicdanı... Böyle bir karmaşa içinde orman kanunlarıyla işini gören insanı yargılamak kime düşer ki...Sanırım hukuk felsefesi olarak bu soruların belli yanıtları, göreceli olarak elbette, vardır da, uygulamaya kalkıldığında, insani ilişkilerimizde felsefi teorileri fazla kaale almadığımız gibi bu tarz hukuksal sorgulamaları da kaale almadığımız ortada.

Yine bireysel ilişkilerimize dönersek, belki de insanlardan en fazla bekleyebileceğimiz en azından kendi adalet anlayışlarında tutarlı olmaları olabilir. Yani en azından kendi adalet anlayışlarını herkese eşit uygulamayı becerebilirler. Burada sevgiden söz etmiyorum. Sevdiğimiz veya duygusal olarak yakın olduğumuz kişilere karşı daha toleranslı olabiliriz. Aynı hatayı (bize göre) yapan iki kişi arasında, duygusal bağımız olanlarınkini daha yumuşak karşılayabiliriz, ama hata değerlendirmesi yaparken bunun bilincinde olmak, bu hatayı yapan iki kişinin de eşit olduğunu ortaya koymak, kendi duygusal zayıflık ve zaaflarımızla yüzleşmek, ''yapılanın farkındayım ama söz konusu o olduğu için tolerans gösterdim'' diyebilecek dürüstlüğü ve samimiyeti göstermek bana belki de bu işin püf noktası gibi geliyor. Çünkü söz konusu iki davranış aynı olduğunu göre göre, duygusal bağlarla, kişileri değil, davranışları birbrinden ayırıp değerlendirmek belki de gerçek adalaletsizlik. Çünkü burada insanın kendi kendisine yalanı başlıyor.

Sonuçta en uç örneği vermek gerektiğinde, çocuğunun katil olduğunu öğrenen bir anne bunu tolere edebilir ama çocuğunun katil olduğuyla da yüzleşir. Belki de bu şekilde sevmek çok daha zordur ama yine de becerilebilir. Ya da çocuğunu öldüren kişiyi öldürmek isteyebilir insan veya bunu eline fırsat geçse yapabilir, ama yine de her noktada idam cezasına karşı olabilir. Sevdiğimiz insanların normalde olumlamadığımız davranışlarına tolerans gösterebiliriz. Ama bu o davranışları benimseyip yüceltmek noktasına geldiğinde, adalet duygumuz sapmış demektir. Bu değişim değildir, bu sevilenin adaletimizi yeniden yapılandırmasıdır ki, belki de en büyük tehlike, adaletimizin bizden başkası tarafından şekillendirilmesidir. Kendimiz yaptığımızda bile işin içinden çıkamıyoruz, bir de başkasının sistemiyle, bu fanatizmin içinde kaybolur gideriz.

Adil olmak, karanlıkta yön bulmak gibi. Biraz sezgisel belki de. Ama bir yanda da referans noktalarını kaybetmemekle de ilgili. İnsanın sonuçta en önemli kişisel ilişki ölçütü, ''bu kararı verirken adil miydim?'' sorusuna, kendince dürüst yanıt verebilmesi sanırım. Sadece kendi kendine, kimse olmadan adil olup olmadığını itiraf edebilmesi.
 

BAŞKASININ MUTLULUĞU

 Bir arkadaşım bana beklentiler olmadan vermek gerektiğini, beklentiyle yapılan şeylerin bir değeri olmadığını söylemişti. Bense beklentinin her zaman her ilişkide varolduğunu, sorunun beklentilerin tanımlamalarıyla ilgili olduğunu savunmuştum. Kim haklı kim değil, ya da hangimiz doğruyuz, çok da önemli değil; son zamanlarda,  her ilişkide, asıl değer olanın, karşındakinin mutluluğu ile mutlu olmayı becerebilmek olduğunu düşünüyorum. Çok basit gibi görünse de, aslında ilişkilerde o kadar eksik bir şey ki bu!

Kimisi bir şey yaparken mutlu oluyor ve bunun yaptığı şeyin hedefi/amacı olan kişi veya kişileri de mutlu ettiğini sayıyor. Bu yolun yarısına kadar gelip geri dönmek gibi bir şey.
''Canım çukulatalı pasta yemek istiyor, diyor adam sevgilisine, sevgilisi koşarak dışarı çıkıyor ve karamelli pastayla dönüyor. ''Bak sana karamelli pasta aldım'' diyor. ''Ay ne iyi düşünmüşsün hayatım, beni düşündüğün için sağol, ama ben çukulatalı istemiştim ya, hani?...'' diyor, öteki de ''ama ben çikolatalı, değil karamelli seviyorum'' veya '' çikolatalı pasta satan yer uzaktaydı oraya gidemem, başka uğraşlarım var'' diyor. Bu sadece sevgililerin değil arkadaşların arasında da oluyor. Adına da ''kişisel tercihlerimize saygı'' deniyor. Gerekeni yaparım ama bana uyduğu kadar misali. Böylece kimseye söyleyecek söz kalmıyor. ''Ne verirsem onunla yetin, fazlası benden beklentiye girer, kimsenin benden bir şey beklemeye hakkı yok, hem nankörlük yapma, senin için çıktım, karamelli pasta aldım, hiç mi değeri yok yani''...Biçimsel ilişkiler böyle başlıyor, karşı tarafı gerçekten mutlu etmek üzere değil, dostlar alışverişte görsün misali...
Oysa birini gerçek anlamda mutlu etmenin mutluluğunu hissedebilmek başka bir şey.

Bazen çocuklarımızı onların olmak, bizimse olmamak için yüz takla atacağımız yerlere götürürüz. Biz sıkıntıdan patlayıp saatleri sayarken, onlar mutluluktan uçar. Onları mutlu etmenin mutluluğu da sıkıntıyı dengeler. Onlara oyuncak alırken verdiğimiz parayı, o garip metal, tahta, plastik abuk sabuk parçalara vermeyiz, çocukların mutluluğuna veririz.
Bazen sevdiğimiz bir insanı mutlu etmek için kendimizi sıkıntıya sokabiliriz, bu sıkıntı o insanın mutluluğu ile son bulur. Bazen birisi ''benim sıkıntım senin mutluluğunu sağlayacaksa bu bana haksızlık değil mi'' der. Tam da bu yüzden bizler birbirinden ayrı, ihtiyaçları ve mutluluk kaynakları birbirinden farklı insanlar olduğumuz için, bunu karşılıklılık ilkesiyle çözeriz. ''Bugün sen mutlu ol benim için, yarın ben, bazen sen, bazen ben, çünkü hep aynı değiliz, üstelik belki benim için yapacağın bir şeyde yeni bir güzellik keşfedersin, belki ben senin için bir şey yaparken bambaşka bir duyguyu tadarım.'' Ama bunu haksızlık olarak gören kişi asla taviz vermez, karşıdan açıkça taviz de istemez, ama yine de veren kişilerin adımlarıyla ilişkiler yürür, çünkü ilişki tanım icabı karşılıklı varoluştur, taaa ki, bir gün, karşılıklılık ilkesinin işlemediği iyice anlaşılana kadar.

Bu öğrenilen bir şey, küçükken ailemizde ve yakın çevremizde öğreniyoruz başkalarını mutlu etmekten mutlu olmayı. Bazen de bunu hiç öğrenemiyoruz. İnsanlarla ilişkilerimizi sorumluluklarımızı yerine getirmek, görevlerimizi yapmak hatta onları üzmemek olarak tanımlayıp bırakıyoruz. Bir sonraki adıma geçip, bir de mutlu etmeye çalışmak, genellikle bu öğrenme sürecinde eksik kalıyor. Buna çoğumuz pek de ihtiyaç duymuyoruz, hatta iyice bireyselleşen dünyamızda, ''herkes mutlu olmak için kendi kendine yetmeli kardeşim'' gibi kılıflarla da, eksik öğrenilmişliğimizi doğruluyoruz. Oysa mutlu edilmeyi bir ihtiyaç değil de, bir güzellik olarak tanımladığımızda, yerlere göklere sığdıramadığımız hümanizmimizin bir anlam kazanacağını unutuyoruz.

Bazen de mutlu etmenin mutluluğunu sadece sevgiliye yönelik hissediyoruz. Ama bunun da bizi tanımlayan bir kişilik yapısı değil de, bir haz hali olduğunu unutuyoruz. Bize bu vericiliği sadece bir kişiye yönelik yaptıran şeyin, o kişiden bireysel aldığımız haz ve o hazzı kaybetme korkusu olduğunu itiraf edemiyoruz. Oysa birilerinin mutluluğu için kendi mutluluğundan bazen vazgeçebilmek, ancak bir kişilik özelliği olduğu zaman anlam kazanıyor, sadece bir kişiye yönelik olduğunda ise olsa olsa bilinçli veya bilinçdışı bir strateji oluyor. Tüm stratejiler de sonuçta içselleştirilmemiş, biçimsel davranışlar oldukları için maalesef samimi olamıyor.

Hep yetinmeyi öğrendik tüm ilişkilerde, minimumlar tuttuğunda yeterli demeyi öğrendik. ''İyi insan, kötülük yapmaz, üzmez vs...'' eh, bunlar da yeterli deriz. Bu, yaşadığımız toplumdan mı kaynaklanıyor, yani şiddet, adaletsizlik, terbiyesizlik ve eğitimsizlik öyle korkutucu ve yaygın ki, tüm ilişkisel ihtiyaçlarımızı minimum standartlarda tanımlayarak yetinmemizi mi sağlıyor acaba? Bir koca aldatmıyor diye, bir dost doğumgününüzde mesaj atıyor diye, bir anne dövmüyor diye, bir baba eve ekmek getiriyor diye, bir arkadaş arkanızdan iş çevirmiyor diye yeterli mi oluyor? Yoksa daha fazlasını isteyerek nankörlük mü etmiş oluyorsunuz? Birilerinin sizi mutlu etmekten mutlu olmasını beklemek çok büyük bir ilişki lüksü mü oluyor?