28 Şubat 2011 Pazartesi

ÖZGÜR İRADE

Özgür irade, ille de deterministik mi olmalı?
Şimdi bu başlıkla kimse ürkmesin. Yani amacım felsefi, ilmi, fiziki ve ne menemi bir tartışmayı buraya yazıp, kafaları karıştırmak değil! Biraz sabır:))
Acaba biz kararlarımızda, hayatı yaşayışımızda, kendi irademize hakim miyiz, yoksa birilerinin bizim için çizdiği yolda ilerlerken sadece ''iyi/kötü'' olma konusunda özgür kararlar vererek adımlarımızı mı atıyoruz, yoksa, biz yaşayan kuklalar olarak ezberleri mi çiziyoruz, ya da beynimizdeki genetik ve öğrenilmiş kodlarla kıvılcımlar saçan nöronlarımızın ve de hormonlarımızın mı esiriyiz?
Bu teoriler çoğaltılabilir, mesela küçükken seyrettiğim bir filmin sonunda, yaşama giderek uzaktan bakma efektiyle, odadaki insanlar bir ev, ev bir bahçe, bahçe bir kıta, kıta bir gezegen, gezegen bir evren, evren de bir çocuğun oyun bahçesine (ne ironi ama, sadece oyun oynayan bir çocuk!!!) dönüşüyordu. Bu görüntü uzunca süre kafamı kurcalamıştı ve küçükken arada sırada yukarıya bakıp, ''bu çocuğa yaramazlık yapmaması konusunda uyarıda bulunacak bir anne yok mu yaaaa!!'' noktalarına gelebiliyordum.
Sonra başka bir hikayede, kurulu DNA'larımızla dünyamıza hayat getiren, ruhani uzaylılar fikri ile karşılaşmıştım. Onlar o kadar yüce ve kusursuzlardı ki, kendi nefeslerinden oluşturdukları DNA ile yaşam meydana gelmişti. Yani hikayelerin sonu yok, anlayacağınız.
Fakat tüm hikayelerin bir tek ortak noktası var, hepsi deterministik, yani bir çeşit, amaçlı neden sonuç ilişkileri ile süreci tanımlayan, düz bir çizgi mantığı ile herşeyi açıklamayı öngören hikayeler bunlar.
Sanırım bu bizim beynimizin zaman algısı ve düşünme biçiminden kaynaklanıyor. Yani kafamızda bir geçmiş ve gelecek algısı, kalıbı, olduğu sürece, hikayelerimizin de deterministik olması çok doğal. Bunun dışında düşünmeye kalkanlar, ya kafayı üşütüyor, ya da yeterince zekilerse, bilimle kendilerini başka türlü ifade etmenin yolunu bularak, Einstein gibi görelilik kuramını oluşturuyorlar veya kuantum fiziğini keşfetmeye başlıyorlar.
Düşünsenize, Einsteindan iki yüz yıl önce, at arabasının penceresinden, acaba ''ben mi gidiyorum yoksa yol mu?'' diye düşünen bir kızcağızı doğru tımarhaneye tıkarlardı. Şimdi biri böyle bir laf etse, bunun arkasındaki derin fiziki ve felsefi vurguyu anlamak ve ''vay anam bu ne derin bir düşüncedir'' yorumunu yapmak için insanlar sıraya girebilir. 
Örneğin bugün kuantum mekaniği ve belisizlik ilkesi ile ilgili akıl almaz problemlerin bir kısmı, bir sistemin belirli bir geçmişi olduğu şeklindeki sağduyuya dayanan düşüncenin kullanılmasından ileri geliyor. Bir parçacık ya bir yerdedir, ya da başka bir yerde. Hem bir yerde, hem diğer yerde olamaz. Benzer şekilde astronotların Ay’a ayak basması gibi bir olay ya olmuştur, ya olmamıştır. Yarı olmuş olamaz. Bu insanın biraz ölü veya biraz hamile olmaması gibidir. Ya öylesiniz, ya da değilsiniz. Eğer bir sistemin belirli tek bir geçmişi varsayımından yola çıkarsak (çünkü akıl kurgumuz böyledir), belirsizlik ilkesi de, parçacıkların bir defada iki yerde olması veya astronotların yalnızca yarı Ay’da olmaları gibi bir sürü paradoksa yol açar. Bugün allahtan fizik ve matematik, bu belirsizlik ilkelerinin uygulamalarını olasılık dahilinde bize gösteriyor. Biz sıradan insanlar anlamasak da, tımarhaneye gönderilmeden önce, ''ya bi dakka ya, ben CERN'den biriyle konuşayım o benim, ''ışık hem dalga hem parçacıktır, bu sadece ona ne muamelesi yaptığınıza göre değişir'', sözümün kaçıklık olmadığını size anlatır'' deme şansımız var.
Ya da, ''valla deli değilim kardeşim, kutuya bakana kadar kedi ya canlı, ya ölüdür, zaman düz çizgisel olmayabilir, ya bi dinleyin abicim ya, vallahi atmıyorum'' bak oku görürsün falan diyerek, tımarhaneden kurtulabilir, hatta,'' vay be, acaba doğru söylüyor olabilir mi?'' gibi bir noktaya bile getirebilirsiniz karşınızdakini. 
Yani demem o ki, akıl kalıplarımızdan dışarı çıkarsak, beynimizdeki her nöronun bir şekilde öğrenme ve öğrendiğini yorumlama yeteneği olduğunu, beynimizdeki nöron sayısı düşünülürse, bu öğrenme ve yorumlama bağlaçlarının sonsuz kombinasyonları olduğunu, hepimizi bir yaşayan sistem olarak görürsek, bu sistemlerin toplu hayatta benzerlikler gösterseler dahi, bireysel hayatta eşsiz olduklarını kabul edebiliriz.
Özgür irade de, neden sonuç ilişkisinden bağımsız olarak, nöronlarımızın tesadüfi ve keyfi bağlamalarından ve ateşlenmelerinden ibaret olabilir. Böyle düşününce, bilincimizle her an kontrol edemediğimiz, ancak sadece bizden, bizim tecrübelerimizden ve bizim genetik mirasımızın yorumlarından kaynaklanan bir irademiz olduğunu söylersek, çok da yanılmış olmayız.
Bilincimiz bu iradeye bir amaç üretemiyor, bir sebep sonuç bağlantısı kuramıyor olabilir. Bunun için sinir oluyor, çoğu zaman uydurduğu hikayelerle kendi kendini kandırıyor olabilir, ama, kendi farkındalığımız olan bilincimizin dışındaki hücrelerin de bir toplamı olduğumuz için, bunu dert etmeyelim, nasıl olsa hepsi biziz!
Evrenin dışında bizimle oynayan küçük çocuktan daha iyilerine layık değil miyiz:)))

21 Şubat 2011 Pazartesi

KUSURA BAKMAYIN!

''Ahhh, çok iyi bir çocuktu, hatta geçen gün karşıdan karşıya geçerken Ayşe teyze'nin koluna girmişti, iyi çocuklar böyle yetişmiyor mu? Okullarda bunlar öğretilmiyor muydu? ''Vah, vahhhh, demek teröristmiş, burnumuzun ucundaydı da anlamadık, kaç kişiyi öldürmüş? Vah vah!!!
 
''Ne iyi adamdır, ne iyi bir aile babasıdır, her akşam eve gelirken eli kolu poşetlerle doludur, vallahi ne doğumgünü, ne sevgililer gününü, ne de evlilik yıldönümünü atlar, hepsinde karısına sürprizler yapar, bize karşı da nasıl naziktir bilseniz!'' Çocukları da çok sever, hatta geçenlerde okuldaki kermese bile katılmıştı. Hay allah, işkence soruşturmasından mı yargılanıyor, inanamadık vallahi, tırnaklarını mı sökmüş kızın, yoksa burnunu mu kırmış, yok valla, pamuk gibi adamdı yani!!!''
 
''Austwitz'de görevli 3. bölük komutanı Herr Gunter Kurt, 2000 yahudinin dişlerinin toplanmasından bizzat sorumlu kılınmıştır. Dişlerin ayıklanması konusunda son derece temiz ve detaylı bir iş çıkaran Kunt, kampta bulunan yahudileri dişlerine göre ayırarak, teleflerini sıraya koymuştur. Evli ve 3 çocuk babasıdır. Annesi uzun yıllar boyunca böbrek hastalığıyla mücadele etmiştir, vefalı ve sadık bir evlat olarak Kurt, annesinin tedavisi ile ilgili gerekli tüm olanakları sağlamıştır.''
 
''Sonunda yoksulluğun bitip, tüm dünya kaynaklarnın eşit dağıtılabilmesi için gereken devrim yapılacak, bu konuda direnen herkes insanlık düşmanı ilan edilerek idam edilecektir! Herşey daha güzel, daha eşit bir dünya için, sonunda çocuklarımız barış içinde yaşayabilecek...!!!''
 
''Ülkemizin geleceğine ve ulusumuzun refahına karşı bir tehlike oluşturan bu ülkeye müdahale edip, oradaki yönetime son vermemiz gerekmektedir, pardon telefon, müsadenizle, efendim karıcığım, evet akşama yoksullar yararına düzenlenen davete gideceğiz tabi ki, çok da büyük bir bağış yapacağız sen hiç merak etme, evet ne diyorduk, bu yönetimi değiştirmek için gerekli hazırlıklara başlayın, gemiler ve uçaklar yola çıksın...''
 
İnsanların sübjektif ve bireysel deneyimlerine bağlı yargılarından, kavramlardan bu derece uzaklaşmalarından, korkularından, ''o'' yaptıysa iyi, ''bu'' yaptıysa kötü mantığından sıkılmışlığım var bugün!

17 Şubat 2011 Perşembe

TANIŞTIK; UYUŞTUK; SEVİŞTİK:))

Şu sıralar Haruki Murakami adında bir adamla tanıştım. Uzun zamandır ''Sahilde Kafka'' adındaki kitabına rastlıyordum, tam alacakken sanki bir şey elimi tutup ''daha sırası değil'' diyormuş gibi bir hisse kapılıp vazgeçiyordum. Geçen gün ''Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu'' adındaki yeni kitabını gördüm. Kim böyle bir kitap ismi görür de meraktan kudurmaz! Elbette aldım, meğer, önce bu kitap vasıtasıyla Haruki Bey ile tanışmam gerekiyormuş. Kader ağlarını böyle örmüş. Üstelik bir arkadaşımın, yazarın  ''Norwegian Wood'' adlı kitabını yaklaşık 3-4  yıl önce bana verip, ''sen seversin'' demesi ve benim de kitabı bir kez bile elime almamış olarak, başucumda bekleyen kitaplar silsilesinin içinde bir yerlere tıkmam da, bu kehaneti doğruluyor olmalı!
Uzun lafın kısası ben Haruki Bey'den çok etkilendim. Hem de, 15 yaşımda ilk defa Boris Vian'ın ''Pekin'de Sonbahar'ını okuyup, içine düştüğüm huşu duygusuyla aynı tadı yakalayarak, bir ''deja vue'' yaşadım. Pekin'de Sonbahar'dan sonra, ''Günlerin Köpüğü'' ve ''Yürek Söken'' ile devam ederek, ''insan'' denen türe hayranlığım arttı. Bu nasıl bir hayalgücüydü, bir soyutluktu ki, böyle şeyler üretebiliyor, yaşamın en garip sorularını, kuşbakışı görmek kadar bütün, ama bir o kadar da yorucu, detaylı haritasıyla ortaya dökebiliyordu. Eh, ''insan'' böyle şeyler çıkarabiliyorsa değerli olmalıydı.
Ardından Ursula Le Guin denen yüce hanımefendiyle tanışarak, önce ''Mülksüzler'', sonra da ''Gülün Günlüğü'' ile ''insan''a olan hayranlığım kat be kat arttı.
Beğendiğim ve keyif aldığım şeyler arasında benzerlikler bulmaya çalışarak bir çeşit tutarlılık oyunu oynamayı çok severim. Bu bir çeşit özkişilik  haritası çıkarmak gibi bir şey. Genelde davranışlarımda tutarlı olmadığım söylenir ama ben tutarlı, ancak prensip sahibi olmadığımı düşünürüm. İkisi arasındaki fark ise bence çok büyüktür.
Neyse, bu yazarlardan aldığım keyiflerdeki ortak imgeleri bulmak için düşündüğüm zaman, aklıma hemen Boris Vian'ın ''Yürek Söken'''indeki, insanların günahlarının diyetini ödemek üzere nehirde kürek çeken vicdan kayıkçısı ile, Ursula Le Guin'in ''Omelas'' adını verdiği, herkesin, ancak bir çocuğun karanlık bir odada kapalı kalarak ve sadece yaşaması için gerekli besini alarak, acı çekmesiyle, mutlak ve genel bir mutluluğu yakalayabildiği şehrin hikayesi gelir. Çocuk acı çektikçe tüm şehir her türlü felaketten korunur ve mutlu olur. Kayıkçı kürek çektikçe, insanlar suçluluk duygularından kurtulurlar. Birilerinin kendi vicdanı olmazsa, başkaları onların vicdansızlığının bedelini acılarıyla öder. Sistem de böyle devam eder.
Gelelim Haruki Amcamıza... Onda kürekçi, kayıkçı, ağlayan çocuklar falan yok, ama ''Dünyanın Sonu''diye adlandırdığı bir yer var ki, herkesin kendini kapadığı iç zindanların en güzel simgesi. Kendi irademiz, kendi kararımızla, insani özelliklerimizden vazgeçerek, korkularımızla ama sanki hiç bir şeyden korkmadan yaşadığımızı sandığımız, ama içten içe dışarısını özlediğimiz, bulduğumuz her çatlak ve oyuktan dışarıya bir göz atıp, havasını içine çekmeye çalıştığımız, ama tamamen dışarı çıkmaya asla cesaret edemediğimiz, bunu doğrulamak için de dışarıyı, hem kendimize hem başkalarına kötülediğimiz, ama ne olursa olsun dışarıdan bize sunulanı da ''istemem ama yan cebime koy'' tavrıyla yalayıp yuttuğumuz gerçekliklerimizi öyle güzel anlatmış ki!
Şimdi buradaki ortak konu ne diyeceksiniz. Hani diğer ikisinde vicdan vardı da, buradaki de zindan, alt tarafı bir ses uyumu! diyebilirsiniz tabi...
Bunun için herkesin kendi deneyimlerinden yola çıkarak bir bağlantı kurması gerekiyor. Ben kendi bağlantımda, dışarıya çıkamayacak kadar korkan insanların, dışarıya çıkabilip de ürettikleri duyguları etrafa yayan insanlardan beslendiklerini kurguluyorum. Duvardaki çatlaktan sunulan herşey alınabilir, nasıl olsa o çatlaktan içeriye bir şeyler sızdıracak kadar dolu birileri vardır öbür tarafta. Birileri başkalarının günahlarının acısını çeker, birileri başkalarının refahlarının bedelini öder, birileri başkalarının cesaretinin meyvelerini yer. Alın size ortak nokta!
Her yazar ile okuyucusunun arasında kişisel deneyimlerin, ortak veya çelişik hayat görüşünün, bireysel yaratılan gerçekliklerin alışverişleri olur. Benim Haruki Murakami (ben ona kısaca ''Hurakami'' diyorum) ile çok keyifli bir alışverişim var. Ancak prensip sahibi ve realistik bir ilişki değil bu, yoksa ''insan'' daha az insan oluyor benim için, daha fazla robot, daha fazla makine, ve bu yüzden daha basit...  

8 Şubat 2011 Salı

BİR ''FRIENDS'' NELERE KADİR!

Bir zamanlar TV'de Friends diye bir dizi vardı, çoğu kişi bilir, Newyork'ta yaşayan 6 arkadaşın komik serüvenleri ve ilişkileri...Dizi, tam da sabun köpüğü dediğimiz ama aynı zamanda suya sabuna dokunmayan! - ki, bu iki ifadenin aynı anda kullanıldığında nasıl bir çelişki yarattığını da, burada görme imkanı bulduk -  hoşça vakit geçirilen, eğlendirme amaçlı bir diziydi. Oturup sakin sakin kahkalar atmak yerine, bu dizide keşfettiğim bir duruma - öyle aman aman bir şey değil heyecanlanmayalım - bayağı bir kafa yormuştum. Sonuçta ''friends'' dizisinde bile kafa yoracak bir şey bulduğum için, o dönem, bir arkadaşım bana ''Penguen'' okumamı tavsiye etmişti.
Neyse, dediğim gibi üzerinde düşündüğüm şey, bu insanların birbirini inanılmayacak bir şekilde oldukları gibi kabul etmeleri, birbirlerinin özelliklerinden ve buna bağlı hatalarından zarar gördüklerinde, dehşetengiz bir şekilde, arada şımarıkça küsüşmeler olsa bile, her defasında dizinin sonunda büyük kucaklaşmalarla barışmalarıydı. Ayrıca karakter olarak da, birbirinden bu kadar farklı, ilgi alanları birbirinden bu kadar değişik (mesela birinin ilgi alanı dinazorlarken, diğerinin seks, öbürünün moda olabiliyordu) insanların bu kadar içiçe yaşamaları bende, ''hah kardeşim işte budur! farklılıklarımızı kucaklayalım, birbirimizi sevelim sayalım, çiçek, böcek olalım, bir kucaklaşıp herşeyi unutalım'' duygusunu tepeye vurdurmuştu. Onlar yapabiliyordu, yani kurgusal olarak!, yoksa ben de, anneannem gibi, TV seyrederken bir filmde, kendisini kötü adamlardan korumak için aşkını feda eden sevgilisine, haksızca bağırıp çağırıp, onu ''kötü kadın'' olmakla suçlayan adama ''oğlum oğlum görmüyor musun, onun bir suçu yok, seni çok seviyor!'' demiyorum, yani herşey kurgu biliyorum, henüz gerçeklikten kopmadım.
Neyse, bu herşeyi olduğu gibi kabullenme, ama yine de sevme durumu bende bir süre etkili oldu. Ben, ya da biz, biz derken bizim toplum, neden böyle yapamasındı ki! Neyimiz eksikti? Hata desen aynı, gerizekalılık desen bini bir para, sevgi desen, yer gök kelebek!
Ama anladım ki, bu herşeyi kabul etme ve benimseme durumunun çok önemli bir kuralı var! Bu kural beni gerdi, bozdu, dağıttı, darma duman etti! Bu kural '' yüzeysellik''. Yani bir insanla yüzeysel bir bağ kuracaksanız, o insanın ne olduğu, ne yaptığı, nasıl düşündüğü, ne dediği, nasıl davrandığı çok da önemli olmuyor. Çünkü yüzeysel bağlar sonucunda, en kötüsü fiziksel olarak etkilenebileceğiniz durumlara düşebiliyorsunuz, biraz mizah yeteneğiniz varsa, bir durum komedisi tadında olan biteni yaşayabiliyorsunuz. Ama bağlarınız yüzeysel değilde, derinse, o zaman duygular işin içine giriyor. O zaman yapılan şeyler biraz! canınızı acıtıyor.
Bir gün, bir arkadaşım bana geçmişte yaşadığı fiziksel acılarla ilgili örnekler veriyordu, benim ise pek oralı olmadığımı görünce, ''ne biçim insansın sen, bir tepki ver demişti'', ben de bilgece!, ''esas acı, fiziksel değil, ruhsaldır'' demiştim. Aman yanlış anlamayın fiziğimizin altında, uçup kaçan bir ruhumuz olduğundan değil, duygu ve düşünce dünyamızı oluşturan psikolojimizden söz etmiştim elbet! Şimdi bu yüzeysel ilişkiler ruhumuza (her seferinde açıklamayayım anladınız siz onu) dokunmuyor. Oysa derinden bağlar kurduğumuz zaman ruhumuzu savunmasız bırakıyoruz, o zaman da karşımızdakinin kim olduğu, nasıl biri olduğu, nasıl davrandığı çok önemli oluyor.
Ben buna bu bağın sorumluluğu diyorum, yani bu bağları oluşturan kişilerin birbirlerine acı çektirmeme, hatta biraz daha ileri gideyim, birbirlerini mutlu etme sorumluluğu. Ama bu konuda çok çeşitli fikirsel muhalefetle karşılaştığım oldu tabi ki! Yani ''herkes kendi bağından sorumludur kardeşim, sen de o bağı kurmasaydın!'' diyen de var elbet! 
Ah, insan kardeşlerim, bu bağlar piyangodan çıkmıyor. Ya biz karşımızdakini bu bağa değer görecek kadar salaklaşıyoruz, ya karşımızdaki oynuyor, ya da bu helva tutmuyor! (yoksa yoğurt muydu, neyse!)
Sonuçta, yüzeyselleşince, herşey yerli yerine oturuyor. Ben de derin bağ kurduğum veya kuracağım insanlara ''lütfen ya göründüğünüz gibi olun, ya da olduğunuz gibi görünün'' tabelasıyla yaklaşamayacağıma göre, bu konuda hapı yutmuş bir iflah olmaz olarak, ''ne olur, el vicdan, ruhumu acıtmayın'' desem bile, atı alan çoktaaannnn Üsküdarı geçiyor.
Yani bu yazının ana fikrini hala anlamadıysanız söyleyeyim: ''Herkesi olduğu gibi kabul etmek diye bir şey, ancak o ''herkesle'' su yüzeyi boyutunda ilişkilenirseniz olur. Derine dalmak her babayiğidin harcı değildir, değişmeyi, fedakarlığı hatta bazen çekişmeyi gerektirir, çünkü orada yaşam daha zordur.