28 Temmuz 2011 Perşembe

TEPKİ BOZUKLUĞU DURUMLARI

İnsan bazen tepki bozukluğu dediğimiz bir semptom gösteriyor. Tabi tepkilerin hangisinin bozuk hangisinin düzgün olduğunu, neye göre belirlediğimiz ayrı bir yazı konusu olabilir, ama biz şimdi o konulara girmeyelim ve bozuk tepkilerimizi genel kabul üzerinden değerlendirelim.
Bu semptomu sabah gazete okurken fazlasıyla gösterdim. Silopi'de polisin attığı gaz bombasıyla ölen 13 yaşındaki çocuğun haberini okuyup; işte, cenazesinde birileri şehit sloganları atarken, bir yandan polisin terörist muamelesi yaptığı bu çocukla ilgili sağdan soldan alınan yorumlar ve pek tabi uzman görüşleri arasında, eminim ki yılların birikimi ve özeni ile son derece iyi niyetle alınmış bir görüş vardı ki, bende bu tepki bozukluğu durumunu tetikledi. Pedagog Dr. Melda Alanter demiş ki: ''Fikirleri olgunlaşmış değil. Korunmaları gerekir. Kullanılmaları çocuk haklarının ihlali. Hayata bakış açılarını olumsuz etkiler, güven duygularını zedeler. Hafızalarını uzun süre etkiler''
Melda Hanım bu yorumu gösteri için öne sürülen genç yaşta çocuklar ve pek tabi ölen Doğan için yapmış.
Hani bazen beyin kısa devre yapar. Yani, üzücü veya dehşete düşürücü bir durum söz konusudur ve bir tepki üretirsiniz, bu tepki normalde ağlamak olabilir, öfkelenmek olabilir, bağırmak olabilir veya bende sabah olduğu gibi, beynin vereceği bütün bu tepkileri absürd ve yetersiz bulması sonucu gülmek olabilir. Sanki gülmek verilebilecek en aykırı tepki olduğu için gerekiyormuş gibi. Hani ''bir kahkaha bir kilo pirzola değerindedir!'' derler ya, bu kahkaha bin falaka gibidir. Gülerken canınız acır, kaslarınız gülme eylemini gerçekleştirirken, normalde endorfin salgılamak durumunda olan beyin komuta merkezi sapıtır ve kalbiniz fiziken acımaya başlar. Beden ve beynin bu kadar uyumsuz olduğu durumlar, işte böyle saçma, anlaşılması imkansız durumlardır.
Dr. Melda Hanımın yaptığı açıklama da, bende işte böyle saçma bir durum yarattı.
Çocuk, amcasının evinde, ona ve 6 kardeşine ayırdığı bir göz odada kalıyor. Kışın gittiği okulunun önünde, kardeşlerine ekmek parası çıkarabilmek için dondurma satıyor. Annesinin nerede olduğunu okuduklarımdan çıkaramadım, ama bir yerlerde, uzak bir yerlerde, kimbilir nerelerde, para kazanmaya çalışıyor, ama çocuğunun çocuklarının yakınında bir yerlerde değil. Babası sınır kapısında kamyonla yük taşıyor, para kazanmaya çalışıyor ama çocuğunun, çocuklarının yakınında bir yerlerde değil, öyle ki musallada iki saat bekletilen çocuğunun cenazesine bile yetişemiyor. 6 kardeş en küçüğü 1.5 yaşında! Babası, ölen oğlu için ''evimin direğiydi'' diyor. Çocuk 13 yaşında, ne küçük bir direk değil mi!
İnsan bu hayata bakıp, çocuğun eline taş verip polise doğru yürütenlerden önce, hangi fikirler neyin olgunluğu, nerede korunmak, hangi/hani çocuk hakkı, hayata bakış açısı mı, o da ne?, güven duygusu... pardon ne demek istediniz?, hafızanın uzun süre etkilenmesi mi dediniz, hafızanın kendisi nerde ki? gibi sorularla işte benim gibi aklına kısa devre yaptırıyor.
Cümle bile kuramıyor insan, özne, yüklem hepsi birbirine karışıyor, bu delilik hali bende taşmaya başlıyor, iki gün önce adını Yılmaz Közlemedil olarak hatırlamak isteyeceğim bir hortkuluğun ölüm karşılaştırmalı yazısı geliyor aklıma. Bir uyuşturucu kokteyli ile ölmüş kadının arkasından ağlayacağınıza, doğuda ölen askerler için ağlayın diyor. Sanki üzülmenin, sevmenin, acının, keyfin bir sınırı varmış gibi. Bu ay kotamız dolu baylar bayanlar, ancak bazılarının ölümü için üzülebiliriz yoksa olmaz! Lütfen sıraya giriniz. Ölüm nedeniniz üzülünme derecenizi de belirleyecektir. Formları doldurun mutlaka kaşeleyin, yoksa ulu hortkuluk nezdinde üzülünmeye değmeyenler sınıfına alınırsınız, hoş sizin umrunuzda mıdır ki, adam kıçıyla dalga geçip üzülmeye değer görmediği sizler için''Janis Joplin, Jim Morrison, Jimi Hendrix, Kurt Cobain, ne var yani bir eksik bir fazla, bir de Amy ölmuş, burada askerler ölüyor ey millet! kendine gel!'' diye bağırmış, size giren çıkan yoktur elbet siz zaten ölmüşsünüz, birileri de üzülmüş sizin için, birileri de anlamış sizi, anlatmak istediklerinizi... 
Dünyaya bir anlam katabilmek, kendince bir anlam değil ki bu zat için, tek derdi popkulis yazılarla köşelerine köşe, kitaplarına kitap katmak olunca, kotayla üzülmek onun anlamı oluyor bir anda. 
Bütün hayatı çocuk hakkı ihlali olan bir çocuğun eline taş vermeye, çocuk hakkı ihlali diyenleri okumak, sonra da orada burada ''besledik, vergi verdik hala adam olmadılar, bizim paramızla yaşayıp bir de hak istiyorlar, bak şu utanmazlara'' diyerek ''düşün yakamızdan yahu'' diyenleri duymak, bu saçmalık, bu hastalık, bu toplu delilik insanda cümle mi bırakıyor sanki...

26 Temmuz 2011 Salı

HAYATINI ANLATABİLEN AMY.

Melodisinde bir gizem, bir sır, bir dürtü, bir yakınlık, bir hoşluk, bir bişey bulduğum şarkılar olduğu kadar, içinde geçen bir cümlenin dannn diye kafama vurduğu şarkılar da vardır. Bazen de, bu ikisi birden olur, vayyyy bee, bu nasıl şarkı diyerek suyunu çıkarana kadar dinlerim, her yerde yanımda olsun, yine dinleyeyim, yine tüketeyim, yine yaşayayım aynı duyguyu, bir daha hissedeyim, bir daha o hayali düşüneyim, bir daha o yumruğu yiyeyim diye...
Ama bir de bir şarkı değil de, aynı insanın söylediği bir kaç şarkıda bu duyguyu hissedebilmişsem, işte bu insanın hayranı oldum bile ben, çok sevdim bile bu insanı, hatta saatlerce ayakta durmak yüzünden benim için keyiften çok işkence haline gelmeyen başlayan, ama yine de ''onu da canlı seyrettim, bir daha nerdeeee'' duygusu yüzünden hep zorlanıp gittiğim ve muhtemelen gitmeye devam edeceğim, ama genelde, sonunda son yılların şahsım adına tek istisnası Leonard Cohen hariç - hem gerçekten adam ölümsüz değilse önümüzdeki bir kaç yıl içinde ölmesi pek muhtemel, yani ''bir daha nerdeeee'' durumu burada çok büyük bir olasılık ve ayrıca ayaklarımın her hücresinin uyuşması pahasına, böyle bir zerafete tanık olmaya değer - her defasında ben buraya niye geldim sorgulamasını yaşadığım konserlere bile katlanabilirim onun için.
Nitekim konseri için bilet aldım. Heyecanlandım. Sabırsızlandım. Ama iptal etti. Gidemedim. Hayıflandım.
''Olsun'' dedim. Ben bir gün yurt dışında kesin yakalarım bu hatunu ve giderim konserine, dinlerim onu canlı canlı...
Canlı canlı dinlemek bir yana, canı gitti kadının üç gün önce. Hani herkes ''büyük yetenek gitti, kimbilir daha neler üretecekti'' diyor ya, bilmiyorum belki bundan sonra üretecekleri çok da umrum olmayacaktı, her yaptığını seveceğim diye bir kural yok ya, yapacağını yapmış zaten bana iki üç şarkı vermiş, onları arabamı kullanırken avazım çıktığı kadar bağırta bağırta söyletmiş, o anları yaşarken kimbilir ne düşündüysem, beni duygu sellerine boğmuş ya, bundan sonrası Şam'da kayısı modunda dinlemişim ben onu zaten...
Ama şimdi, ölümüyle ilgili yazıları okuyunca, toplumun bir bölümünün, ''yazık oldu, işte böyle hayat yaşarsan, böyle ölürsün kardeşim'' veya buna karşlılık olarak ''sana ne kardeşim, kadının nasıl yaşadığından'' diyerek, ahlak üzerinden değerlendirdiği hayatı, diğer bir bölümünün de, ''ne büyük yetenek! artık dinleyemeyeceğiz ne yazık'' diyerek hayıflandığı ölümü, o kadar duygusuz ki, neredeyse dinlediğim o şarkılarının bile, sihir yapılmış kağıdın üzerindeki harflerin kaybolması misali yavaş yavaş uzaklaşmasına neden oldu benim aklımda, hafızamda...
Oysa belki de bir insan için hayattayken, ölümü sonrasında hayal edebileceği en acı şey, kendinden hayata koyduğu şeylerin, insanların hafızalarından uzaklaşıp, yerlerini o kişilerin akıllarından çıkma fikirler ve düşüncelere bırakması, hatta o düşüncelerle kaplanması. Çünkü ölü insan artık kendini ifade edemeyen insan! Ne müziği, ne yazısı, ne sesi, ne resmi, ne heykeli, ne gülüşü, ne direnişi, ne anarşizmi, ne boyun eğişi, ne bencilliği, ne yardımseverliği, ne ideolojisi, ne emeği, ne sevgisi, ne...... ile kendini bir daha ifade edemeyen insan. Onun adına ifade etmeye kalkışanlar ise, ne büyük bir çaresizlik ve üzüntü oluşturur hayatta olup da, ölüm sonrasını hayal eden insan için. Acaba böyle bir korkusu var mıydı, acaba ölen insanların ölmeden önce böyle bir korkusu oluyor mu?
Didem Madak adını, ölüm ilanıyla beraber duydum. 41 yaşında kolon kanserinden ölmüş bir kaç gün önce. ''Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım'' diyerek şiirler yazmış bir sürü. Hiç okumadım bugüne kadar ama ölüm haberinde şiirinden iki satır almışlar ''Anlatarak bitirmek istiyorum hayatımı/Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat...
Nasıl güzel geldi bu iki satır bana, biz halen yaşayanlar için, hala hayatını anlatabiliyor olmak, hem de kendimiz anlatabiliyor olmak ne güzel, tıpkı dinlediğim o şarkıları gibi...
Şimdi büyülü sayfalardaki kelimeler tekrar belirmeye başladı, hatta kendi anlatıyor, siz de duyuyor musunuz:
I cheated myself,
Like I knew I would,
I told you I was troubled,
You know that I'm no good

18 Temmuz 2011 Pazartesi

BALKANLARIN FETHİ

Bu yaz tatilinde kendimizi bir balkanlara atıverelim dedik. Atış ki, ne atış, Kanuniyi kıskandıracak bir fetih ordusuyla, çoluk çocuk, yetişkin 10 kişilik bir grup, Saraybosnaya uçmadan önce, aylar öncesinden rezervasyonunu yaptırdığım minibüsümüzün yerinde yeller estiğini haber veren ''talihsiz'' bir telefon konuşmasıyla, bir bilinmeze doğru havalandık.
 
Saraybosnaya indiğimizde organizasyonu yüzüne gözüne bulaştıran şahsımın, ''üzerime gelmeyin, yoksa size patlarım!'' misali gergin duruşundan olsa gerek, herkes çil yavrusu gibi dağılarak kendini bir ''rent a car'' ofisinin başında buldu. Ama nafile! Bırakın 10 kişilik bir minibüsü, 5 fili bir volkswagen'e nasıl sığdırırsın sorusunu yanıtlamaya bile fırsat vermeyecek bir durumda kalarak, ''0'' araba ile allahın unuttuğu bir havaalanında şaşkın şaşkın kaldık.
 
Neyse ki durumumuza acıyan, yaklaşık 2m boyunda, 1m eninde  bir Hyundai rent a car görevlisi,  - adamın görünüşüne göre ''ben sizi istediğiniz yere sırtımda götürürüm'' demesi, bize araba bulmasından daha yüksek ihtimaldi - dışarda henüz yeni teslim edilmiş, çöp içinde bir arabayı alabileceğimizi, bu arada bir arkadaşını arayarak da, bize bir haftalığına, henüz araba mezarlığına verip vermeme konusunda tereddütte kaldığı arabasını, kiralamak isteyip istemeyeceğini sorabileceğini söyledi. Bu teklif elimizdeki tek teklif olduğu için üzerine atladık. 
 
Gelen ikinci arabanın parasını peşin ödeyip, - muhtemelen adamcağız arabanın bir haftayı tamamlayabileceğine pek inanmıyordu ve bizden hurdacıya arabasını satmak için isteyeceği parayı istedi - yola koyulduk. Sorunu çözmüş olmanın rahatlığıyla kendini şoför koltuğuna atan bendenizin, her zamanki gibi'' yurt dışında kilometre yapma rekorumu ne kadar arttırabilirim acaba?'' merakıyla gevrek gevrek sırıtırken, Saraybosna şehir merkezine geldiğinde gördüğü manzara ile bütün neşesi kayboldu.
 
Tüm evlerin kurşun delikleri ile delik deşik olduğu bir şehirde, keyifli vakit geçirmenin pek de mümkün olmadığını anlamak uzun sürmedi. Bu iyi bir şey mi, değil mi, bilmiyorum, bir şeyleri hep hatırlamak hayatın devam etmesini engelliyor mu, yoksa o izleri silmek yaşananları unutup değersizleştirmek, anlamına mı geliyor, işte onu tam da orada, insanların günlük hayatlarını devam ettirdikleri evlerine bakarken bayağı düşünüp işin içinden çıkamıyorsunuz.
 
Bu bunalım halimiz, çocuklara kısa bir tarih dersi verdikten sonra, şehri terkederken kayboldu. Hatta yola çıkalı henüz bir saat olmuşken, yol kenarında gördüğümüz dizi dizi kuzu çevirme restoranlarından birine dalınca tamamen eski neşeli tatilci fetih moduna dönmüş olduk. Tatilin ilk yemek mucizesini yaşadığımız,- sonraki yemeklerin hepsinin birer lezzet ve fiyat mucizesi olacağını bilmiyorduk henüz, tüm yemeklerin pizza hut'ın yiyebildiğin kadar ye,10lira öde, öğlen promosyonları misali, yiyebildiğin kadar et ye, balık ye, deniz ürünü ye, şarap iç, bira iç, bir çimdik ödeme şeklinde  olmasıyla bir şölene döneceğini anlamamıştık - restorandan çıkıp, 500 m ilerleyip, polis tarafından çevrildik.
 
En fazla 70-80 km civarı hızla gittiğim için, içim çok rahat bir şekilde polis amcalara gülümseyerek bakarak, ''pardon sizi yanlış durdurmuşuz, buyrun devam edin''diyeceklerini düşünürken, ''hız sınırını aştınız 150 ile 300 euro arası cezanız var''' lafını duyunca, önce kuru kuruya bir yutkundum. Arabadaki erkek nüfusun hepsinin, restoranda rakı diye yutturdukları brendileri içerek zil zurna sarhoş olmalarından dolayı, tüm şirinliğimle polise fazla hız yapmadığımı, sadece 70 civarında gittiğimi söylediğimde, adamın bana hız sınırının bulunduğum yerde 40km olduğunu söylemesi ile ''dalga mı geçiyor, burası şehirlerarası yol değil mi yahu, yoksa burası adamların şehirleri de, apartmanlar dağların arkasına mı saklanmış'' diye düşünürken, bu işin içinden nasıl sıyrılacağımız konusunda bayağı endişelendim. Tam o sırada arabadaki dişi kuvvetlerden biri yardıma gelerek, tüm şirinliği ile 10 euro'ya bu işi halledebileceğimizi polise söylediğinde, bugüne kadar trafik polisiyle yaptığı bütün konuşmaları ''ama kocam doktor!'', diye bitirerek, polisi sinir etmek dışında, hiç bir başarı elde edememiş biri olarak, ona yok artık çüş! bakışı fırlattım ama, polisin ''peki ama bundan sonra hız yapmayın, tamam mı!'', demesi, bir de üstüne, ''biz Türkiyedeki polisleri biliriz, bizi onlarla karıştırmayın'' diye eklemesi, bende tam bir alacakaranlık kuşağı etkisi yarattı.
 
Cezadan 10 euro ile yırtıp kendimizi Mostar kentine, saatte 40 ile 60 km arasında bir hızla giderek tam 2, 5 saatte atmış olduk.
 
Köprünün savaş sırasında yıkılıp, sonra Macar dalgıçların nehirden orjinal taşları çıkartması sonucunda tekrar yapılmış olması, bizi yine o garip hüzne boğarken, ''yeter artık yahu, tatile geldik!'' diyerek silkinip kendimize gelebildik.
Kendimizi Hırvatistana attığımızda, arabaların hala çalışıyor olması, diğer arabayı kullanan ve göz doktoru olan arkadaşımızın hırvat polisinden, sınıra yaklaşırken, ''körmüsün kardeşim bak, police yazıyor, bak sınıra 20m yazıyor, bak yavaşla yazıyor gibi tacizlerine maruz kalmasıyla, dengelenerek bizi iyi bir ruh haliyle Split'teki otelimize kadar idare etti.
 
Sonrası, deniz, doğa, yemek, yine deniz, yine doğa, yine yemek şeklinde geçen bir tatilken, arada Türkiye'den gelen, kim hapse girdi, kim çıktı, kim şike yaptı, kim yapmadı, oh bizimkiler yapmamış, sizinkiler yapmış geyikleri ile renklenip, arada pardon Hırvatistandayız di mi, yanlışlıkla Japonyaya gelmedik di mi, bu kadar japon şaka di mi, şaşkınlıklarıyla sürerken, Dubrovnik'e inmeyi becerdiğimizde de, karşılaştığımız Türk nüfusun buraya Bodrum muamelesi yaptığını görerek bayağı eğlenceli geçti.
 
Üstelik Ezel, Binbirgece ve Asi dizileriyle bizi bağrına basan Hırvatların, dizilerin gidişatları ile ilgili, bizi sorgu yağmuruna tutmalarından dolayı, bayağı havaya girerek, CERN deneyinin sonuçları üzerine biraz sonra açıklama yapacak, dünyanın bir numaralı fizikçileri edasıyla, ''azzz sonra'' vurgularımızı da yapmadan edemedik.
 
Bu arada muhteşem doğası olan bu dalmaçya kıyılarındaki tüm kentlerin, küçük kalelerle çevrili olduğunu gören çocuklara, kaleleri, savaşları anlatmak bayağı zor oldu. Özellikle illaki ''içerdekiler mi iyi, dışardakiler mi?'' diye soran küçük kızıma, bazen içerdekilerin dışarda, bazen de dışardakilerin içerde olabileceğini anlatmak, bunu anlayamadığımız için hala savaşların devam ettiğini söylemek, kısaca bu dünyada yüzyıllardır coğrafyalar değişse de, herşeyin aynı şiddetle yaşandığını anlatmak gerçekten de bayağı zor ve moral bozucuydu.
 
Son bir kaçamak yaparak kendimizi Karadağ'a atıp, orada yüzyılın garsonu Branco ile tanışmamız ise gezinin bonusuydu. Kendisinin bir garson olarak muhteşem olması, kızlarımın etlerini kesmelerine yardım etmekten tutun da, tüm yemekleri bir laboratuar çalışanı titizliği ve özeni ile açıklaması ve sunması, güler yüzü ve becerisi, ingilizleri çatır çatır çatlatacak kadar mükemmeldi. Tüm bunlara ek olarak, bir tarih profesörü becerisiyle, bizlere Karadağ ve Sırbistanın neden ayrı iki ülke olarak ayrılmak zorunda kalışını, açıkça Amerikaya geçirerek anlatması ise yaşanması gereken bir tecrübeydi.
 
Son olarak gezi sırasında tanıştığımız bir Makedonya göçmeni olan Muzaffer bey ve ailesinin bizi neredeyse evlat edinecek düzeyde yoğun olan misafirperverliklerini, mümkün olsa Hırvatistanın herhangi bir yerinden ayağımıza uçak, tren, araba, gemi göndererek mutlaka evde ağırlamak istemelerini ve bu duyguyu yaşamanın orada nasıl bir keyif olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
 
Tatil güzel, tatil arkadaşları güzel, dalmaçya kıyıları güzel, macera güzel, eve dönüş güzel, savaş kötü, acılar kötü, adaletsizlikler kötü, faşizm kötü, şike kötü...

7 Temmuz 2011 Perşembe

SIĞ SULARDA NAÇİZANE SANAT YORUMUM!

Andy Warhol, ''Sanatçı, insanın ihtiyacı olmayan şeyleri üreten kişidir'' demiş. Valla kendisini şahsen tanımam, bu lafları özlü sözler kitabına bir cümle daha eklemek için mi söylüyor bilemem, hani demişti ya, bir keresinde ''herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak'' diye, bu da, nasıl bir laf etsem de, millet başucuna azsa bakış açısıyla söylenmiş bir söz mü anlayamadım, ama takıldım bir kere işte. 
 
Bir sanatçının insanı bu kadar somut düşünmesi nasıl olabiliyor diye kendi kendime soruyorum. Sanki biri olursa diğeri olmuyor gibi geliyor bana.
 
Şöyle bir hayal etmeye başladığımda, bu söz, mağara devrinde duvarlara resimler çizen atalarımızın yaptıklarını - biliyoruz o zamanlar yazı yok, adamlar dertlerini resim çizerek anlatabiliyorlar ancak - bir ihtiyaç üretimi olarak kabul edersek, bu resimlere sanat muamelesi yapamayacağız anlamına mı geliyor?
 
Yani resmin konusu ''karıcığım ben büyük boynuzu avlamaya gidiyorum, şu kayanın arkasında olacağım, beni orada bulabilirsin'' olunca, bu bir sanattan çıkıyor yerini not defterine mi bırakıyor?
 
Hadi böyle oluyor diyelim, ihtiyacımızın olmadığı şey dediğimiz zaman, canım sıkılıp ihtiyacım olmayan kağıt kayıklar yapmaya başladığımda, bunlar birer sanat eseri haline mi geliyor, bu konuda havaya girmek gerekiyor mu?
 
Biraz toplumsal açıdan bakarsak, ihtiyacımız olmayan maddeler ile çevrili bir dünyada yaşıyoruz, yani ikinci saatimiz, üçüncü şapkamız, beşinci gömleğimizle ilgili ihtiyacımız tamamen kişisel yorumlarımıza bağlı. Hani bunları alırken ihtiyaç olarak görüyor, sonra da aç insanlar için sokağa yemek atmayalım diyoruz ya, buradaki kişisel çelişkimizden yola çıkarsak, sahip olduğumuz tüm ikinci mallarımız için birer sanat eseri diyebiliyor muyuz?
 
Belki de Andy Warhol ''ihtiyacımız olmayan'' derken herhangi bir işe yaramayan demek istiyordur diye kendi kendime eklemeler yapıyorum bu söze. Şimdi evimize aldığımız bir biblo, aynısından yüzlerce üreten bir fabrikadan çıkmış bir eşya olarak, herhangi işe yarar bir araç olmadığı için sanat eseri mi sayılıyor?
 
Bunlarla biraz demogoji yaptığımın farkındayım da, üzerinde bu kadar demogoji yapmaya izin veren bir cümleyi de boşa harcayasım gelmiyor.
 
Bazen en çok ihtiyaç duyduğum şey sessizlik içinde çalan güzel bir melodi olurken, bazen dünyadan kopup içine girebileceğim bir film oluyor. Hiç anlamasam da bazı resimlerin önünde dakikalarca durmak bana iyi gelirken, hasbelkader gördüğüm bazı heykellerdeki kıvrımlar içimi bir tuhaf yapıyor. Bu duygulara hiç ihtiyacım yokmuş demek ise, biraz insanlıktan çıkıp makineleşmek oluyor, yani bir insan hem sanatçı olup, hem insanlara neden makine muamelesi yapıyor ben bunu anlayamıyorum işte...
 

5 Temmuz 2011 Salı

SEVGİLİ OLMA DURUMUNUN ÜÇ MADDELİK AÇIKLAMASININ OBJEKTİF DEĞERLENDİRMESİ, PÖH PÖH PÖH!!!

İnsanlar yeterince uzun süre, bir ortamda muhabbete dalınca, konular öncelik sıralarına göre ortamdan nasiplerini alıyorlar.
Futbol, politika, dedikodu, yemek falan derken, ortamın entelektüelliği ve hatta elitliği kaldırdığı kadar, müzik, sanat, sinema, ortamın ayrıksılığı kaldırdığı kadar da, bilim ve felsefe konuşulsa da, muhabbet dönüp dolaşıp, bir noktada üstü kapalı bir cinsellik ile, oradan da aşk ve ilişkilere uzanıyor. Bizimki gibi gruplarda ise muhabbet, futbol politika, dedikodu, yemek, dedikodu, dedikodu, yemek, futbol, dedikodu ekseninden kurtulabilirse, bir anda kendini aşk ve ilişki zemininde şıp diye bulabiliyor. Aradaki sanat, müzik ve bilim konuları kendi kişisel zevk anlayışlarımızın avukatlığı boyutundan bir türlü kurtulamadığı için, ben şu şarkıyı seviyorum, şu film de acayip ağladım ifadelerinden bir adım öteye gidemiyor. Olsun, biz aşk, ilişki, evlilik muhabbetleri ortamına varabildiğimiz zaman bile kendimizi biraz daha nefes alır buluyoruz.
 
Böyle muhabbetlerin birinde, masadaki 3 çiftten oluşan altı kişi ile, iki insan arasındaki ''sevgililik'' ilişkisini nasıl tanımlanabileceği üzerine konuştuk. Biraz elma ile armudu birbirine karıştıran kısa bir süreçten geçtikten sonra, - herkes önce nasıl bir ilişki istediğini anlatmaya başladı, oysa konumuz, hangi elmayı sevdiğimiz değil, elmanın ne olduğunu anlamaktı - kişisel tanımlamalarımızla olaya girdik.
 
Ortak tanımlama sevgililik ilişkisinin olmazsa olmazının cinsellik olduğu yönündeydi.
En azından başında, sonunda, ortasında, ilişkinin bir yerlerinde cinselliğin yaşanması veya yaşanmış olması illaki gerekiyor. Bu da, ilişkiyi aşktan ayıran önemli bir nokta oluyor, çünkü aşk kendi içinde platonik yaşanabiliyor, oluşturuluyor, kurgulanıyor, büyütülüyor hatta bitirilebiliyor. Yani her ilişkinin içinde aşk olması gerekmediği gibi, aşkın içinde de, ilişki olması gerekmiyor.
 
Sevgililik ilişkisi içinde, ikinci sırayı paylaşım aldı. Yani paylaşım olmayınca ilişki olmuyor. Herkes kendince bu paylaşımın nasıl olması gerektiğini farklı tanımlıyor, kimine göre beraber eğlenmek, kimine göre benzer hayat görüşleri, kimine göre aynı idealler, kimine göre aynı sosyal çevrelerde geçirilen zamanlar, kimine göre ise bunların hepsi. Ama ortak fikir, paylaşım olmazsa ilişkinin de olmayacağı yolunda ki, zaten bunu belki de sadece sevgililik ilişkisi için değil, ''ilişki'' olarak tanımlanabilecek her iletişim şekli için de kullanabiliriz, gibi bir sonuca varabiliriz.
 
Tartışmaya bir ilişkinin ''sevgililik ilişkisi'' olabilmesi için gerekli üç temel unsuru tanımlamak diye başladığımız için, yukarda saydıklarımıza bir üçüncü maddeyi eklemek için herkes, kendince kafa yorup, sonunda ''romantizm'' adı altında, aslında bir yönüyle her yere çekilebilecek ifadeler kullanmaya başladı. Romantizmi, ''gerekli veya talepli olmadığı halde başkasını mutlu etmek için yapılan şeyler'' olarak somut bir noktaya getirip tanımladıktan sonra, bunun sevgililik ilişkisinin olmazsa olmazı olarak tanımlamak, herkesi çok mutlu etti. Ama ben kendimce, sonradan düşünüp, bunun tanımlama için çok da gerekli olmadığı kanaatine vardım. Bu olsa olsa, ilişkinin kalitesini arttırabilecek bir şey olabilir gibi geldi bana. Yani sulu ve lezzetli bir elma ama elmayı elma yapan şey değil. Çünkü illaki dünyanın bir yerlerinde yumuşak kumlu elma sevenler de olacaktır, diye düşündüm birden. Ya da çürük elmaları da yemekten zevk alacak birileri vardır, hatta belki de elmayı pişirmek, çiğ yemekten daha keyifli bile olacaktır bazıları için. Yani sözkonusu romantizmi, fazla idealize etmeden, ilişkisini  yaşamak isteyip de, bunun eksikliği ile ilişkisinin tanımının değişmesine izin vermeyecek insanlar da mutlaka vardır.
 
Konuşmada en çok dikkatimi çeken, bu üç ana unsur etrafında dönen sevgililik ilişkisinde, herkesin hayatında en dibine kadar yaşadığı ve yaşattığı, ama iş tartışmaya ve konuşmaya gelince etrafından bile dolaşmadığı sahiplilik, aidiyet veya sadakat konularının sözünün bile edilmeyişiydi.
 
İnsanlar arkadaşlarının başkalarıyla arkadaş olmasını kabullenirler ama sevgililerinin başkalarıyla sevgili olmasını asla kabul etmezler. Böyleyken bu tanımı, ana tanımları içinde yer alan ilk üç maddeye nasıl eklemezler, orada biraz durup düşünmek gerekiyor. Bu bizim içimize işlemiş ikiyüzlülüğümüzden mi, yoksa  ''allahın emri o, kardeşim, söylemeye gerek mi var'' bakış açısından mı, kaynaklanıyor doğrusu bilmiyorum ama, pratikte bir ''sevgililik ilişkisini'' tanımlarken, bunu diğer ilişkilerden ayıran en önemli faktörlerin, bir çok kişi için ''cinsellik ve hesap sorma hakkı'' olduğunu kabul etmek gerekiyor.
 
Elbetteki bu tanımlamalar herkesin kendi içinde ürettiği tanımlamalar, ancak sorun yine içimizde yaşadıklarımızla, dışarı yansıttıklarımız arasındaki farkların zaman zaman bizi ne kadar garip durumlara düşürdüğü ile ilgili aslında.
 
Özümüzdeki ilkel duyguların bize ne kadar hakim olduğunu bilmek, bunlarla barışık olmak, bunları kabul edip yok saymamak, tüm tanımlamalarımızda, - o tanımlamalarımızın yaşam mottolarımız olduğu düşünülürse- bize gerçek anlamda dürüstçe yol gösterecek farkındalıklar olacak.  Sorun sadece kendimize bile tarafsız olabilmekte...