31 Mart 2014 Pazartesi

Olmayan Ülke



Dün sabah saat 05.00 te telefon alarmımın çalmasıyla uyandım. Telefonda saat 6 görünüyordu uyku sersemii ne olduğunu anca anlayabildim. Telefon saatleri otomatikman ileri aldığı için bir saat önceden uyanmış oldum. Sabah 06.15 te sandık gözetmeni olarak görev yapcağımız okula gitmek için buluşacaktık. Bari 1 saat 15 dakikada bir çay içip kahvaltı yapayım dedim. Buluştuğumuzda toplam 8 kişiydik,  (Ayşen, Tuğba, Eser, Nazan, Ece, Ceylan, Kadriye ve bina sorumlumuz Güven Bey). Hepimiz aynı tufaya düşmüş, telefonun azizliğine uğrayıp erkenden uyanmıştık. Hatta Güven Beyler yola çıkıp geri bile dönmüşler. Gittiğimiz okul Beykoz Baklacı köyü Türker İnanoğlu okuluydu. Bahçede bir sürü adam dolaşıyordu. Ne giyimimizle, ne konuşmamızla ne saçımız ne başımızla ki, muhtemelen hepimiz en sıradan, en sade hallerimizle oradaydık, onlara hiç benzemiyorduk.  Ya da onlar bize benzemiyordu. Bir tedirginlik biraz ''öteki'' bakışları derken, pusula çuvallarını taşıyan sandık kurul başkanları geldi ve her sandık görevlisi bahçede kendi sandık gurubunun yanına dağıldı.


Daha da kalabalıklaşmıştık ama tepeden bir bakılsa biz 8 kişiyi tanıma zamanı 2-3 saniyeyi geçmezdi. Sonradan bina sorumlusu olduğunu öğrendiğim yaşlıca bir adam yanıma yaklaşıp yüzüme dik dik baktı, tam ne diyecek derken, yırtık pırtık cüzdanından, sanırım 70lerde çektirdiği, siyah güneş gözlüklü afilli bir fotoğraf çıkardı. ''Böyle olduğuma bakma, eskiden böyleydim'' dedi. ''Ben de hayatın herşeyini tattım, her türlü mekana girdim, tabi aşırıya kaçmadan'' dedi. ''Oooo bayağı yakışıklıymışsınız'' dedim, yabancı hissettmenin tedirginliğinden doğan yağ çekme ihtiyacıyla..Tabi çok hoşuna gitti, sonra kendini tanıttı ve yaptığı işi ne kadar iyi yaptığını anlattı. Onun okulunda herşey yolunda gidermiş, hiç sorun çıkmazmış rahat olalımmış falan..''Çok sağolun'' dedim ve sonra görev yapacağım sandığın sınıfına doğru yürüdüm.


Sınıfa girdiğimde içerde yirmilerinde bir delikanlı vardı, beni görünce ''tövbe tövbe'' der gibi kafayı sallayıp yan yan baktı. ''Hah dedim başlıyoruz, bela geliyorum demez ama dedi işte!'' Sonra tüm sandık kurulu girdi içeri. Sınıfı düzenlemeye başladılar, ufak ufak yardım etmeye başladım onlar sıraları falan çekerken, ama kimse suratıma bakmadığı gibi sanki orada yokmuşum gibi de bir halleri vardı. Sandıklarda normalde 1 sandık başkanı ve 5 parti üyesi oluyor, burada bir sürü en az 7-8 adam vardı ve hangisi kim tam anlayamamıştım. Derken bir tanesinin sandık başkanı olduğunu anladım çünkü pusula çuvallarını taşıyordu. Saat çoktan 7 olmuştu ve 8 de oy kullanımı başlayacaktı. 1 saat boyunca bütün pusulaların ve zarfların mühürlenmesi ve sayılması gerekiyordu. Bu arada sandık başkanı üye yoklaması yaptı. Bir AKPli Ramiz bey, bir de başta sınıfta gördüğüm ve şimdi de MHPli olduğunu öğrendiğim Serdar denen delikanlı vardı ve başka üye yoktu. Ben hemen atladım, ''ben eksik üyenin yerine geçmek için gönüllüyüm'' diye. Bize Oy ve Ötesinden gözlemci kartları dağıtmışlardı ama eksik üye olursa mutlaka kurula girin daha çok söz hakkınız olur demişlerdi. Sandık başkanı  beni potansiyel sorun olarak gördüğü için ''biraz daha bekleyelim'' dedi. ''Ama olmaz ki ''dedim, saat 7 de yoklama alınca kurulu belirlemeniz gerek!'' Adam 5 dakika daha dedi ve bekledik. ''İsterseniz bu arada ben pusulalara mühür vurayım, zaman kaybetmeyin diyince adam çaresiz ''tamam'' dedi. Böylece ekibe girmiş oldum. Sandık başkanı harita mühendisiymiş ama bu sandık işini ilk defa yapıyormuş o yüzden eli ayağı birbirine dolanıyordu. AKPli Ramiz ise, akıllara zarar bir şark kurnazıydı, pardon kurnaz kelimesi bu adam için çok yüksek kaldı, Avrupa Yakasının Burhan'ı, Yalan Dünya'nın Selahattin'i diyebiliriz belki de..Sadece konuşup, hiçbir iş yapmayan, üç kelimesinden biri hepimiz kardeşiz, herkes eşit olup, mümkünse AKPye oy vermeyecekler odaya girmesin diye düşünen, (düşünen diyorum, çünkü bir insan ancak bu kadar dediğinin tersini demek istediğini açıkça belli edebilir), kurallarla hiç alakası olmayan, ''boşver ya kim duyacak, kim bilecek, biz aramızda halledelim'' tarzında bir adamdı. MHPli Serdar ise kısa sürede tövbe tövbe bakışlarını benim üzerimden ona doğru çevirerek, sinir bozucu olanın ben olmadığını kısa sürede anladı. Anlık patlamalarının dışında, içinde son derece mülayim, ezik bir ergenin olduğu Serdar, MHP efelenmeliğini bir dış kalkan olarak kullanan tipik bir oğlan çocuğuydu.


Derken Lütfü Bey geldi. Lütfü bey gece saat 03.00'te Umreden geldiği için yorgun ve uykusuzdu ve o yüzden geç kalmıştı. Herkesin ona karşı aşırı saygılı oluşu dikkatimi çekti. Herkesten daha çok şey biliyordu, tecrübeliydi bu seçim işi konusunda ve herkes herşeyi ona soruyordu. Bir AKPli daha diye düşündüm, ama günün ilerleyen saatlerinde Lütfü Bey'in hangi partiye oy vermiş olacağını hiç çözemedim, çünkü herkese karşı eşit mesafeyi çok güzel koruyup, usül ile ilgili çıkan bütün tartışmalarda kitapçığı insanların suratına dayayarak ''burada ne yazıyorsa o'' demesi onunla ilgili baştaki bütün önyargılarımı giderdi. Zamanla oradaki tek iki laf edebileceği kişinin ben olduğumu da anlayınca, Ramiz Beyin panzehiri gibi geldi bana.

Oy kullanımına geçilmeden önce tam 1018 adet pusulayı ve bir o kadar da zarfı sayıp, hepsine mühür vurdum. MHPli Serdar imza listesinin başına geçti ben de onun yanına geçip imza, kimlik takibine başladım böylece oy vermeye geçtik. Artık resmi olarak sandık üyesi olup olmamam önemli değildi çünkü bu kadar işi yapınca, Ramiz Bey dahil herkes benim o sandığın temel taşı olduğumu düşünmeye başlamıştı bile. Hatta zaman zaman Lütfü bey sadece bana sorarak bile bazı kararları alıyordu. Sandık başkanımız o kadar etkisiz elemandı ki, Lütfü bey idareyi ele almıştı bile. Rasim dışında herkes siyasetten nefret ediyordu. Lütfü bey için siyaset pislikti ve çok yıllar önce kendini kurtamış şimdi devlet memurluğu yapıyordu, sandık başkanı için se siyaset 17 aralıktan sonra pislenmişti, montajlarla...Ramiz ise siyaset yapmıyordu ya da belki de siyasetin allahını yapıyordu, nerde menfaatim orada varım şeklinde...CHPli sandık görevlisi gelmemişti bunu da belirtmeden geçemeyeceğim.

Bizim sandıkta 307 seçmen vardı. 277 kişi oy kullandı. Yaş ortalaması çok yüksekti. Bunların çoğunu AKP li gençler evlerinden getirip oy kullandırıp geri götürdüler. Seçmenlerin 1/3ü okuma yazma bilmiyordu ve bunların hepsi kadındı. Kocaları veya oğulları ne derse oraya oy verdiler. En az 30-40 kişi arası, kara çarşaflı kadın geldi. 3-5 kadın dışında hepsi zaten türbanlıydı. Kara çarşaflı kadınlardan birinin kimliğinde çiçekli bir türbanla resmi vardı. Dayanamayıp ''buradaki haliniz ne kadar güzel'' dedim. Sanki çince bir şey söylemişim gibi yüzüme baktı ve kanser ameliyatı geçirdiğini ve o yüzden eski halinin kalmadığını söyledi. ''Çok geçmiş olsun'' dedim ama anladım ki, o benim ne demek istediğimi anlamamıştı.

Sınıfta 3 tane kadın AKPli gözetmen vardı. 3 tane gözleri fıldır fıldır teyze, 3ü de Tayyip için ölür, Emine için geberir şeklinde. Bana başta çok mesafeli ve tepkiliydiler. Ama sonra baktılar ki, ben onları tehdit edecek hiç bir şey yapmıyorum yumuşadılar. Geçmiş aşağılanmaları ve öğrenilmişlikleri ile ben potansiyel aşağılayıcı ve kibirle üstten bakandım, onlar da Emineden aldıkları güçle bunu başta bana denediler ama üsütnlük kurma malzemeleri  ve içi boş kibirleri uzun sürmedi. Bir tanesi evde açtığı böreği getirip ''elimle yaptım'' diyerek ikram ederek ,özüne dönmüştü zaten. O zaman gerçek insanlık iletişimini farklı modellemeler (Emine) değil, kendi üzerinden yapmanın rahatlığı ile onlar da doğallaştılar.

Benim sandıkta AKP x 4 farkla CHPye fark attı. Ortalama 40 civarı CHP oyu sandıktakileri dehşete düşürdü. ''Geçmiş yıllarda buradan CHP ye 3-5 oydan fazla çıkmazdı'' dediler. Gece saat 21.30'a kadar sayım sürdü. Herşey kurallara uygun ve düzgün yapıldı. Zaten bu kadar AKP ağırlıklı bir sonuçta neden katakulliye gerek duyulsun ki..


Ben gündüz bir ara Acarkent TED koleje oyumu kullanmak için geldim. Sınıfların önünde sıralar vardı. Herkes son derece sakin sırasını bekliyordu. Ben ve Tuğba aynı sandıkta oy kullanacağımız ve hemen geri dönüp sandığımızın başına geçeceğimiz için (Tuğba da sandık üyesi olmayı becermişti) bizim sıradakilerden rica ettik. Herkes yardımcı oldu. Kocaman TED sınıfı, bol güneşli ferah, düzenli kabinler, sandık başındaki iyi giyimli güler yüzlü görevliler derken, Arabistan ile  İsviçre arasının sadece 10km olduğunu görüp, toplam 30 dakikada birinden diğerine gidip gelmenin kültür şokunu yaşadım. Benim görevli olduğum sandığın sınıfı küçücük, karanlık, havasız ve iğrenç kokuyordu. İnsanlar dışarda sıra beklemiyor herkes içeri doluşup kimliklerini neredeyse ağzıma sokuyorlardı. Arada bir gülsuyu ve ya hacıyağ kokuları sınıfı dolaşıp çıkıyordu. Ter kokusuyla karıştığında, insan hele bir de saatlerce bir şey yemediği için, ağır bir mide bulantısı yaşıyordu.


Bu seçim sandığının bulunduğu Baklacı köyünün ahalisi genel olarak Trabzon Of'luydu. Herkes birbirini tanıyordu, Hepsi, derenin karşusu sizun yaka, önü bizum yaka diye birbirlerinin evlerini tarif ediyorlardı. Sayıma geçildiğinde İstanbul Büyük Şehir Belediyesinden çok, Trabzondaki köylerinin muhtarlığını kimin aldığını merak ediyorlardı.  Tıpkı İstanbulu kendi şehri olarak benimseyememiş, kendini İstanbuldan önce yaşadıkları veya ailelerinin yaşadığı diğer şehirlere ait hisseden bir çok kişi gibi. Ne taksim, ne Gezi parkı, ne betonlaşan İstanbul, ne de 10km ötelerindeki boğazın onlar için hiç bir şey ifade etmediğini görüyordum.
İnsanın hiçbir şekilde kendini ait hissetmediği bir şehrin yönetimini seçmesi, bunun için doğma büyüme İstanbullu olan  ve tüm anıları bu şehrin bir yerlerinde olan benim gibi insanların oylarıyla, aynı değerde oy hakkına sahip olması ,bana büyük bir adaletsizlik gibi geldi. Tıpkı benim deli gibi telefona sarılıp hangi muhtarın seçimi kazandığını merak ettikleri köylerinin muhtarlık seçiminde oy kullanmam gibi adaletsiz. Doğup büyümek kendi adıma söylediğim bir şey, ama aidiyet duygusu insanın bazen çok kısa sürede oluşturabileceği bir duygu. Yaşadığın yeri sahiplenmek için orada doğmak hatta orada uzun süre yaşamak bile gerekmiyor. Onlar İstanbulu ne kadar sahiplendiğine bizzat şahit olduğum bir sürü yabancıdan çok daha uzun süredir burada yaşıyorlardı ama İstanbul hala onların şehri olamamıştı.

Dün bir şeyi anladım. Bu bir mücadele değil bir gerçeklik. Bu ülkede birbirinden çok farklı, V harfinin farklı yönlerde ilerleyen iki çizgisi gibi ayrışan, bence bu alfabe içersinde çakışması mümkün olmayan iki yapı var. Birinin diğerini dönüştürmesi mümkün değil. Zaten belki de gerekmiyor. Çünkü dönüşmek, şu anki kimlikten vazgeçmek demek. Bunu ne onlar, istiyor ne de biz. Kendimizi küçük kurtarılmış bölgeler olarak gördüğümüz İsviçrelerimizde, bu insanların hayatlarına bulaşmadan yaşamaya alıştırmamız gerekiyor, onlar bize bulaştıkça da, belki daha da sıkışmamız. Benim bugünkü ekonomik sistem içersinde bu kültürel uçurumun kapanacağına dair en ufak bir inancım kalmadı.


Kapitalizm onları aç oldukları hayata bağlayan bir yol gibi fırsatlarla beslerken, bizi de sahip olduğumuz güvenceleri ve keyifleri elimizden kaçırma korkusuyla elinde tutuyor. Bütün dünyanın taşları değişmeden de, bizim hamlelerimiz kendi illüzyonlarımızdan başka bir şey değil. Ben olmayan bir ülkede yaşıyorum. Olmayan bir kültür içinde, olmayan bir farkındalıkla. Sorun sadece olmayanların ne kadarına, ne kadar zaman tahammül edebileceğimde, yoksa insanın bireysel yolları hep açık zaten...