31 Mart 2014 Pazartesi

Olmayan Ülke



Dün sabah saat 05.00 te telefon alarmımın çalmasıyla uyandım. Telefonda saat 6 görünüyordu uyku sersemii ne olduğunu anca anlayabildim. Telefon saatleri otomatikman ileri aldığı için bir saat önceden uyanmış oldum. Sabah 06.15 te sandık gözetmeni olarak görev yapcağımız okula gitmek için buluşacaktık. Bari 1 saat 15 dakikada bir çay içip kahvaltı yapayım dedim. Buluştuğumuzda toplam 8 kişiydik,  (Ayşen, Tuğba, Eser, Nazan, Ece, Ceylan, Kadriye ve bina sorumlumuz Güven Bey). Hepimiz aynı tufaya düşmüş, telefonun azizliğine uğrayıp erkenden uyanmıştık. Hatta Güven Beyler yola çıkıp geri bile dönmüşler. Gittiğimiz okul Beykoz Baklacı köyü Türker İnanoğlu okuluydu. Bahçede bir sürü adam dolaşıyordu. Ne giyimimizle, ne konuşmamızla ne saçımız ne başımızla ki, muhtemelen hepimiz en sıradan, en sade hallerimizle oradaydık, onlara hiç benzemiyorduk.  Ya da onlar bize benzemiyordu. Bir tedirginlik biraz ''öteki'' bakışları derken, pusula çuvallarını taşıyan sandık kurul başkanları geldi ve her sandık görevlisi bahçede kendi sandık gurubunun yanına dağıldı.


Daha da kalabalıklaşmıştık ama tepeden bir bakılsa biz 8 kişiyi tanıma zamanı 2-3 saniyeyi geçmezdi. Sonradan bina sorumlusu olduğunu öğrendiğim yaşlıca bir adam yanıma yaklaşıp yüzüme dik dik baktı, tam ne diyecek derken, yırtık pırtık cüzdanından, sanırım 70lerde çektirdiği, siyah güneş gözlüklü afilli bir fotoğraf çıkardı. ''Böyle olduğuma bakma, eskiden böyleydim'' dedi. ''Ben de hayatın herşeyini tattım, her türlü mekana girdim, tabi aşırıya kaçmadan'' dedi. ''Oooo bayağı yakışıklıymışsınız'' dedim, yabancı hissettmenin tedirginliğinden doğan yağ çekme ihtiyacıyla..Tabi çok hoşuna gitti, sonra kendini tanıttı ve yaptığı işi ne kadar iyi yaptığını anlattı. Onun okulunda herşey yolunda gidermiş, hiç sorun çıkmazmış rahat olalımmış falan..''Çok sağolun'' dedim ve sonra görev yapacağım sandığın sınıfına doğru yürüdüm.


Sınıfa girdiğimde içerde yirmilerinde bir delikanlı vardı, beni görünce ''tövbe tövbe'' der gibi kafayı sallayıp yan yan baktı. ''Hah dedim başlıyoruz, bela geliyorum demez ama dedi işte!'' Sonra tüm sandık kurulu girdi içeri. Sınıfı düzenlemeye başladılar, ufak ufak yardım etmeye başladım onlar sıraları falan çekerken, ama kimse suratıma bakmadığı gibi sanki orada yokmuşum gibi de bir halleri vardı. Sandıklarda normalde 1 sandık başkanı ve 5 parti üyesi oluyor, burada bir sürü en az 7-8 adam vardı ve hangisi kim tam anlayamamıştım. Derken bir tanesinin sandık başkanı olduğunu anladım çünkü pusula çuvallarını taşıyordu. Saat çoktan 7 olmuştu ve 8 de oy kullanımı başlayacaktı. 1 saat boyunca bütün pusulaların ve zarfların mühürlenmesi ve sayılması gerekiyordu. Bu arada sandık başkanı üye yoklaması yaptı. Bir AKPli Ramiz bey, bir de başta sınıfta gördüğüm ve şimdi de MHPli olduğunu öğrendiğim Serdar denen delikanlı vardı ve başka üye yoktu. Ben hemen atladım, ''ben eksik üyenin yerine geçmek için gönüllüyüm'' diye. Bize Oy ve Ötesinden gözlemci kartları dağıtmışlardı ama eksik üye olursa mutlaka kurula girin daha çok söz hakkınız olur demişlerdi. Sandık başkanı  beni potansiyel sorun olarak gördüğü için ''biraz daha bekleyelim'' dedi. ''Ama olmaz ki ''dedim, saat 7 de yoklama alınca kurulu belirlemeniz gerek!'' Adam 5 dakika daha dedi ve bekledik. ''İsterseniz bu arada ben pusulalara mühür vurayım, zaman kaybetmeyin diyince adam çaresiz ''tamam'' dedi. Böylece ekibe girmiş oldum. Sandık başkanı harita mühendisiymiş ama bu sandık işini ilk defa yapıyormuş o yüzden eli ayağı birbirine dolanıyordu. AKPli Ramiz ise, akıllara zarar bir şark kurnazıydı, pardon kurnaz kelimesi bu adam için çok yüksek kaldı, Avrupa Yakasının Burhan'ı, Yalan Dünya'nın Selahattin'i diyebiliriz belki de..Sadece konuşup, hiçbir iş yapmayan, üç kelimesinden biri hepimiz kardeşiz, herkes eşit olup, mümkünse AKPye oy vermeyecekler odaya girmesin diye düşünen, (düşünen diyorum, çünkü bir insan ancak bu kadar dediğinin tersini demek istediğini açıkça belli edebilir), kurallarla hiç alakası olmayan, ''boşver ya kim duyacak, kim bilecek, biz aramızda halledelim'' tarzında bir adamdı. MHPli Serdar ise kısa sürede tövbe tövbe bakışlarını benim üzerimden ona doğru çevirerek, sinir bozucu olanın ben olmadığını kısa sürede anladı. Anlık patlamalarının dışında, içinde son derece mülayim, ezik bir ergenin olduğu Serdar, MHP efelenmeliğini bir dış kalkan olarak kullanan tipik bir oğlan çocuğuydu.


Derken Lütfü Bey geldi. Lütfü bey gece saat 03.00'te Umreden geldiği için yorgun ve uykusuzdu ve o yüzden geç kalmıştı. Herkesin ona karşı aşırı saygılı oluşu dikkatimi çekti. Herkesten daha çok şey biliyordu, tecrübeliydi bu seçim işi konusunda ve herkes herşeyi ona soruyordu. Bir AKPli daha diye düşündüm, ama günün ilerleyen saatlerinde Lütfü Bey'in hangi partiye oy vermiş olacağını hiç çözemedim, çünkü herkese karşı eşit mesafeyi çok güzel koruyup, usül ile ilgili çıkan bütün tartışmalarda kitapçığı insanların suratına dayayarak ''burada ne yazıyorsa o'' demesi onunla ilgili baştaki bütün önyargılarımı giderdi. Zamanla oradaki tek iki laf edebileceği kişinin ben olduğumu da anlayınca, Ramiz Beyin panzehiri gibi geldi bana.

Oy kullanımına geçilmeden önce tam 1018 adet pusulayı ve bir o kadar da zarfı sayıp, hepsine mühür vurdum. MHPli Serdar imza listesinin başına geçti ben de onun yanına geçip imza, kimlik takibine başladım böylece oy vermeye geçtik. Artık resmi olarak sandık üyesi olup olmamam önemli değildi çünkü bu kadar işi yapınca, Ramiz Bey dahil herkes benim o sandığın temel taşı olduğumu düşünmeye başlamıştı bile. Hatta zaman zaman Lütfü bey sadece bana sorarak bile bazı kararları alıyordu. Sandık başkanımız o kadar etkisiz elemandı ki, Lütfü bey idareyi ele almıştı bile. Rasim dışında herkes siyasetten nefret ediyordu. Lütfü bey için siyaset pislikti ve çok yıllar önce kendini kurtamış şimdi devlet memurluğu yapıyordu, sandık başkanı için se siyaset 17 aralıktan sonra pislenmişti, montajlarla...Ramiz ise siyaset yapmıyordu ya da belki de siyasetin allahını yapıyordu, nerde menfaatim orada varım şeklinde...CHPli sandık görevlisi gelmemişti bunu da belirtmeden geçemeyeceğim.

Bizim sandıkta 307 seçmen vardı. 277 kişi oy kullandı. Yaş ortalaması çok yüksekti. Bunların çoğunu AKP li gençler evlerinden getirip oy kullandırıp geri götürdüler. Seçmenlerin 1/3ü okuma yazma bilmiyordu ve bunların hepsi kadındı. Kocaları veya oğulları ne derse oraya oy verdiler. En az 30-40 kişi arası, kara çarşaflı kadın geldi. 3-5 kadın dışında hepsi zaten türbanlıydı. Kara çarşaflı kadınlardan birinin kimliğinde çiçekli bir türbanla resmi vardı. Dayanamayıp ''buradaki haliniz ne kadar güzel'' dedim. Sanki çince bir şey söylemişim gibi yüzüme baktı ve kanser ameliyatı geçirdiğini ve o yüzden eski halinin kalmadığını söyledi. ''Çok geçmiş olsun'' dedim ama anladım ki, o benim ne demek istediğimi anlamamıştı.

Sınıfta 3 tane kadın AKPli gözetmen vardı. 3 tane gözleri fıldır fıldır teyze, 3ü de Tayyip için ölür, Emine için geberir şeklinde. Bana başta çok mesafeli ve tepkiliydiler. Ama sonra baktılar ki, ben onları tehdit edecek hiç bir şey yapmıyorum yumuşadılar. Geçmiş aşağılanmaları ve öğrenilmişlikleri ile ben potansiyel aşağılayıcı ve kibirle üstten bakandım, onlar da Emineden aldıkları güçle bunu başta bana denediler ama üsütnlük kurma malzemeleri  ve içi boş kibirleri uzun sürmedi. Bir tanesi evde açtığı böreği getirip ''elimle yaptım'' diyerek ikram ederek ,özüne dönmüştü zaten. O zaman gerçek insanlık iletişimini farklı modellemeler (Emine) değil, kendi üzerinden yapmanın rahatlığı ile onlar da doğallaştılar.

Benim sandıkta AKP x 4 farkla CHPye fark attı. Ortalama 40 civarı CHP oyu sandıktakileri dehşete düşürdü. ''Geçmiş yıllarda buradan CHP ye 3-5 oydan fazla çıkmazdı'' dediler. Gece saat 21.30'a kadar sayım sürdü. Herşey kurallara uygun ve düzgün yapıldı. Zaten bu kadar AKP ağırlıklı bir sonuçta neden katakulliye gerek duyulsun ki..


Ben gündüz bir ara Acarkent TED koleje oyumu kullanmak için geldim. Sınıfların önünde sıralar vardı. Herkes son derece sakin sırasını bekliyordu. Ben ve Tuğba aynı sandıkta oy kullanacağımız ve hemen geri dönüp sandığımızın başına geçeceğimiz için (Tuğba da sandık üyesi olmayı becermişti) bizim sıradakilerden rica ettik. Herkes yardımcı oldu. Kocaman TED sınıfı, bol güneşli ferah, düzenli kabinler, sandık başındaki iyi giyimli güler yüzlü görevliler derken, Arabistan ile  İsviçre arasının sadece 10km olduğunu görüp, toplam 30 dakikada birinden diğerine gidip gelmenin kültür şokunu yaşadım. Benim görevli olduğum sandığın sınıfı küçücük, karanlık, havasız ve iğrenç kokuyordu. İnsanlar dışarda sıra beklemiyor herkes içeri doluşup kimliklerini neredeyse ağzıma sokuyorlardı. Arada bir gülsuyu ve ya hacıyağ kokuları sınıfı dolaşıp çıkıyordu. Ter kokusuyla karıştığında, insan hele bir de saatlerce bir şey yemediği için, ağır bir mide bulantısı yaşıyordu.


Bu seçim sandığının bulunduğu Baklacı köyünün ahalisi genel olarak Trabzon Of'luydu. Herkes birbirini tanıyordu, Hepsi, derenin karşusu sizun yaka, önü bizum yaka diye birbirlerinin evlerini tarif ediyorlardı. Sayıma geçildiğinde İstanbul Büyük Şehir Belediyesinden çok, Trabzondaki köylerinin muhtarlığını kimin aldığını merak ediyorlardı.  Tıpkı İstanbulu kendi şehri olarak benimseyememiş, kendini İstanbuldan önce yaşadıkları veya ailelerinin yaşadığı diğer şehirlere ait hisseden bir çok kişi gibi. Ne taksim, ne Gezi parkı, ne betonlaşan İstanbul, ne de 10km ötelerindeki boğazın onlar için hiç bir şey ifade etmediğini görüyordum.
İnsanın hiçbir şekilde kendini ait hissetmediği bir şehrin yönetimini seçmesi, bunun için doğma büyüme İstanbullu olan  ve tüm anıları bu şehrin bir yerlerinde olan benim gibi insanların oylarıyla, aynı değerde oy hakkına sahip olması ,bana büyük bir adaletsizlik gibi geldi. Tıpkı benim deli gibi telefona sarılıp hangi muhtarın seçimi kazandığını merak ettikleri köylerinin muhtarlık seçiminde oy kullanmam gibi adaletsiz. Doğup büyümek kendi adıma söylediğim bir şey, ama aidiyet duygusu insanın bazen çok kısa sürede oluşturabileceği bir duygu. Yaşadığın yeri sahiplenmek için orada doğmak hatta orada uzun süre yaşamak bile gerekmiyor. Onlar İstanbulu ne kadar sahiplendiğine bizzat şahit olduğum bir sürü yabancıdan çok daha uzun süredir burada yaşıyorlardı ama İstanbul hala onların şehri olamamıştı.

Dün bir şeyi anladım. Bu bir mücadele değil bir gerçeklik. Bu ülkede birbirinden çok farklı, V harfinin farklı yönlerde ilerleyen iki çizgisi gibi ayrışan, bence bu alfabe içersinde çakışması mümkün olmayan iki yapı var. Birinin diğerini dönüştürmesi mümkün değil. Zaten belki de gerekmiyor. Çünkü dönüşmek, şu anki kimlikten vazgeçmek demek. Bunu ne onlar, istiyor ne de biz. Kendimizi küçük kurtarılmış bölgeler olarak gördüğümüz İsviçrelerimizde, bu insanların hayatlarına bulaşmadan yaşamaya alıştırmamız gerekiyor, onlar bize bulaştıkça da, belki daha da sıkışmamız. Benim bugünkü ekonomik sistem içersinde bu kültürel uçurumun kapanacağına dair en ufak bir inancım kalmadı.


Kapitalizm onları aç oldukları hayata bağlayan bir yol gibi fırsatlarla beslerken, bizi de sahip olduğumuz güvenceleri ve keyifleri elimizden kaçırma korkusuyla elinde tutuyor. Bütün dünyanın taşları değişmeden de, bizim hamlelerimiz kendi illüzyonlarımızdan başka bir şey değil. Ben olmayan bir ülkede yaşıyorum. Olmayan bir kültür içinde, olmayan bir farkındalıkla. Sorun sadece olmayanların ne kadarına, ne kadar zaman tahammül edebileceğimde, yoksa insanın bireysel yolları hep açık zaten...
 

13 Mart 2013 Çarşamba

GÜLE GÜLE...

3 yıl önce annem için bir yazı yazmıştım bloğa. 81 yaşındaydı annem 3 yıl önce. Aynı anda yaşlanmaya bağlı bir çok hastalık belirtisini birden göstermeye başlamıştı. O zamanlar bu belirtileri tamamen yaşlılığa bağlı panik ataklar ve depresyon gibi görürken, zamanla bunların demansının erken bulguları olduğunu anlayacaktık. Demans yavaş yavaş insanın zihinsel faaliyetlerinin ve daha sonra da bunlara bağlı yaşamsal faaliyetlerin zayıflaması demekmiş, öğrendik...
O zaman yaptıklarının komik taraflarını görerek, bunları her zaman kendince muzurlukları olan annemin yeni muzurlukları gibi algılayıp, onun bu çocuksu takıntılarına, korkularına, panik ataklarına kendimizce ayak uydurmaya çalışıyorduk.
Ne tam ona bir şey söylemeye çalışırken bir anda yerinden kalkıp yürümeye başlaması ve bizim panik olup ''ne oluyor yahu niye bu birdenbire fırladı şimdi'' derken, onun sadece yürüme vakti geldiği için kafasına taktığı adımları atıyor olması, ne akşamüstü 5 de yiyeceği şeftalinin nasıl soyulması gerektiğini sabahtan itibaren defalarca tarif ediyor olması, ne de sokağa her çıkışımda eve varır varmaz ona telefon etmemi tembihlemesi, ki her seferinde çıktıktan on dakika sonra bunu unuttuğu için arayıp söylemiyordum, bize o çocuksu paniğin ilerde onu nasıl bir insan haline getireceğine dair bir fikir vermiyordu.
Beş dakika yalnız kalamıyor, koltuğunun yanına koyduğu çalar saatine bakıp tuvalette kaldığımız saati hesaplıyor, biraz uzayınca hemen bizi çağırmaya başlıyordu. Hatta o küçük telaşlı adımlarıyla sonunda tuvaletin kapısına kadar gelip, niye hala çıkamadığımızı soruyordu. Biz de her seferinde aynı açıklamayı yapıyorduk:'' daha bitmedi anne!''.
Sabah kahvaltı tabağına konulacak 3 zeytin kazara dört oldu mu, bunu tekrar tekrar tembihlemesi günler boyu sürüyordu.
Gün geliyor sabırla onun bu takıntılarına katlanıyor, gün geliyor sinirden dönüp bir yerlere kafa atasımız geliyor, gün geliyor onun bu halleriyle gülüp eğlenebiliyorduk.
Annem 3 yılda konuşmayan, bizleri neredeyse hiç tanımayan, o küçük adımlarını hiç atamayan, yatağından kalkamayan bir hale geldi. Yiyeceği şeylerin adedine ve hazırlanışına takıntı yapmak yerine, yemek yemeği unuttu. Yutmanın nasıl bir şey olduğunu unuttu, öyle ki beslenmesi için başka yollar aranmaya başlandı.

Annem yalan söylemediğim tek insandı. Çünkü beni her ne olursa olsun, olduğum gibi kabul eden tek insandı. Hatta çoğu zaman suç ortağımdı.
Sevginin kurallarda değil kalpte olduğuna inanırdı. Küçük muzurluklar yapar, yaşına rağmen çocuk gibi benle uğraşırdı. Asla kızgın kalamaz hemen affederdi. Ondan aldığım en önemli özellik de bu oldu. İki güzel söz, bir gülücükle affedemeyeceğim insan yok bu hayatta...
Annemi 84 yaşında kaybettim. Çoğu insan için annesinin 84 yaşına kadar yaşaması bir lütuf. Ama anneye yaşı kaç olursa olsun doyulmuyor. Aklı hala başındayken, bilinci hala yerindeyken ''benim hala sevgiye ihtiyacım var'' demişti. Bilinci yerinde değilken de bu sözlerini unutamadım. Bu hayattaki son yarım saatinde elini o yüzden bırakamadım.
Sevgiye çok ihtiyacımız var. Ne kadar kibirli, ne kadar bencil, ne kadar güçlü olursak olalım, sevgiye ihtiyacımız var. Elimizi tutacak birileri varsa bu hayatta gerçekten bir şeyler yapabilmişiz demektir, gerisi sadece boş laf, egomuzdan bozma saçmalıklar...
Annemi sevgiyle uğurladık, o da huzurla gitti. Yolu açık olsun...

11 Ocak 2013 Cuma

ADINI SALI KOYDUM

 
4,5 milyar yıl önce üzerinde yaşadığımız şu dünya oluşmuş. 2 milyon yıl önce insanımsı diyebileceğimiz canlılar ve sadece 200 bin yıl önce de ''homosapiens'' denen ve bugün ait olduğumuz tür olan yaratıklar meydana gelmiş. Valla wikipedia'nın yalancısıyım ama tarihler aşağı yukarı heryerde aynı merak etmeyin, adamlar araştırıyorlar bizim için.
 
Neyse, diyeceğim o ki, 200 bin yıl nere, 4.5 milyar yıl nere... İş evrenin tarihine bakmaya geldiğinde, evrenin dünya tarihinden 3 kat daha eski (4,5 x 3 = 13,5 milyar yıl) olduğu söyleniyor ki, bu sizi şaşırtmasın, elbette evrenin de bir başlangıcı var yani...Şu yerlere göklere sığdıramadığımız insan türünün koskoca evren tarihinde yeri devede kulak bile değil anlayacağınız. Bu kadar bilimsel bir girişten sonra sakın bu yazının bilimsel bir yazı olacağını düşünüp, fen dersi mi, yoksa tarih mi işliyoruz korkusuna kapılmayın, çünkü bu yazının bu konularla uzaktan yakından bir alakası olmadığını birazdan anlayacak, sadece geyik yaptığımı görerek hayal kırıklığına uğrayacaksınız.
Konuya biraz gerilerden giriş yaptım ama anlatmak istediğim aslında şu dünyada insan olarak anlamlandırdığımız herşeyin tarihi, dünyanın gerçek tarihi düşünüldüğünde, ''sen daha babanın meyvesindeki vitamindin oğlum'' düzeyinden bile yeni. Mesela biz haftayı 7 gün bellemişiz ve hepsine de üşenmeyip her dilde ayrı bir isim vermişiz ya, aslında bu günlerin isimlerinin henüz deneme aşamasında olduğunu bile düşünebiliriz. Ama birisi gelse ve bize ''hafta artık 6 gün olacak ve ben salıyı kaldırıyorum'' dese kanımızın son damlasına kadar salıyı korumak ve o bir günümüzü yedirmemek için savaşacağımızı biliyoruz. Neden mi? Çünkü zaman algısı bozuk, çıkan günü yaşanmamış sayacak kadar safız çoğumuz. Hatta ''hayatımda salılar olmasaydı....'' başlığı altında facebook ve twitter ve bilumum sosyal medyada çıkacak zincirleme romantizm hareketlerini şimdiden görür gibi oluyorum. ''Salı günleri sevgilimle buluşur, tost yerdik'', ''ben salı doğmuşum, o zaman doğmamış olurdum!'', ''kurban bayramı salıya geliyordu, şimdi tatil olmayacak mı?'', ''Salımı seviyorum'',''Salıyı sevmeyen bizden değildir'' gibi salı fanatikleri çıkarak, ortalığı ayağa kaldıracaklar. Bir grup ise ''salı günü işten atılmıştım'', ''sevgilimi salı günü basmıştım'', ''salı sallanır'' diyerek bu duruma amansızca destek verecek ve salısız bir hayatın, sorunsuz bir hayat olacağı inancıyla bütün problemlerin çözüleceğine inanacaktır.
Kısaca sorun bir değişim olduğunda ona göstereceğimiz direnç için o kadar çok neden uydurabiliriz ki, bu uydurma durumu, değişime boyun eğmek için sık sık kullandığımız bir süreç haline gelebilmekte. Tek yapmadığımız ise, değişimi sadece olduğu gibi kabul edip sonrasına ayak uydurabilmek.
 
Birilerinin 1000 yıl önce söylediği şeylere bugün hala körü körüne inanmak yerine, ''acaba böyle olsa ne olur?''diye sorabilseydik eğer, bugün daha sorunsuz ve daha barışçıl bir dünyada yaşıyor olmaz mıydık? Herkes haftada salının olmadığı bir düzen düşünse, bunun dünyanın sonu olmadığını görmez mi?
Alışkanlık ve sabitlik insana güven duygusu verir. Sürpriz yoktur, pazartesiden sonra salı gelir ve hep gelecektir. Bunu bilmek bizi rahatlatır. Plan yapar kendimizi güvende hissederiz. Sistem de bunun üzerine kuruludur ki, bu planları daha da fazla yapıp,henüz yaşamadığımız zamanları düşünerek yatırım yapalım. Eğer bir gün salı olmayacağını bilirsek, salı günleri harcamayı planladığımız paralar da bir tarafımıza giriverir sonra. Güven duygusu insanın varlığını devam ettirebilmesi için gereklidir. Evrim de bir noktada böyle ilerlemiştir. Canlılar varlıklarını devam ettirebilmek için en güvenilir yolları bir şekilde seçmişlerdir. Ama açılımı yakalayanlar, biraz merak edip o güvenlikten yakayı bir parça sıyıranlarla olmuştur. Bir gün salıyı kaldırmak iyi gelebilir. 200 bin yılın kaçında salıya salı dediğimizi düşünürsek, salının hiç de önemli olmadığını anlamak çok daha kolaylaşır. Üstelik 4,5 milyar yıllık dünya tarihinde salıya salı diyen ve ona göre yaşayan kaç kişi olduğumuzu düşünürsek, insan olarak kendimizi, değerlerimizi, alışkanlıklarımızı, inançlarımızı, soyumuzu, malımızı dev aynasında görmekten vazgeçebiliriz belki.
Belki bir gün haftanın günlerinin sayısız olduğu, isimlerinin keyfimize bağlı olduğu zamanlar gelir ve insan türü yeterince evrimleşerek bu güvensizliğinden kurtulur. Ama siz üzülmeyin bazıları yine de haftanın 2. gününün adını salı koyar, sırf dalga geçmek için geçmişleriyle...

10 Aralık 2012 Pazartesi

ÇOK EMİR

Geçenlerde bir kaç arkadaş 10 emir konusunda kızamıksal bir tartışmaya girmiştik. Şunu yapmayacaksın, bunu yapmayacaksın! diye 10 emri, kendi kıt bilgimiz çerçevesinde sayalım derken, yapılmaması söylenen bir çok şeyi, büyük bir zevk ü sefa içinde yaptığımızı görüp, kendi 10 emirlerimizi şöyle bir masaya dökelim dedik!
 
Ben kendi adıma ''öldürmeyeceksin'', ''can yakmayacaksın'' ve ''paylaşacaksın'' dan sonra, yapılması ve yapılmaması gereken ve mümkün olan, hiç bir şey bulamayarak masanın en ahlaksızı konumuna düşüverdim. ''Kardeşim bu ne genişliktir, üç beş kural daha koy, üç tane emir mi olurmuş!'' nidaları arasında kendimi sıka sıka sonunda ağzımdan ''adil olacaksın'' diye bir cümlenin çıkmasıyla kendimi dipsiz kuyuda buluverdim. Zorlayınca insan böyle boka batıyor işte!
 
Şimdi adil olacaksın ''emri'' beni niye bu duruma düşürdü? diye siz kendi kendinize soruyor olabilirsiniz. Hayatta söylediğimiz, kendimize veya başkalarına yakıştırdığımız bir çok sıfatın, aslında çoğunlukla laf kalabalığı olduğunu düşünen biri olarak, size bunu açıklamak da elbette boynumun borcu olur.
Şimdi bu adam çok dürüst dersiniz de, o adamın bazen kendine bile dürüst olamadığını defalarca görürsünüz. Herkesin duruma göre, koşullara göre kendi sıfatlarından arındığı ve sapıttığı anlar varken, insanlara genellemeler yaparak kelimeler yapıştırmak çok anlaşılır değil elbette. Sonuçta ''adil olacaksın'' deyince de arkasından ''neye göre, kime göre, ne zaman vs gibi bir sürü soru gelince kendi kendimi köşeye sıkıştırmış biri olarak, bir yerlerden kafayı çıkartmam gerektiğine karar verdim.
 
Dünyada insanın hak olarak gördüğü şeyleri tanımlayan, dinden başla, ideolojiden gir, kültürden çık, o kadar alan varken kimin hakkından, kimin adaletinden bahsetmek gerekir, gerçekten bu kocaman bir muamma olur! Bir de işin içine kişisel dürtülerimiz, duygularımız, ilişkilerimiz ve menfaatlerimiz karıştı mı, hele bir de ''rasyonalizasyon''(kendince mantıklı bir açıklama bulma) gibi, insan türünün bence en önemli varoluş silahını da bunlara ekleyince, ortada adalet tek dişi kalmış bir fare bile etmez!
 
Bir kral kendi kurallarını tanımlar ve adaletini ona göre kurar. Uyanlara adildir uymayanları yakar. Burada adalet tutarlılıktır. Aynı suçu işleyene aynı cezayı verirse adil hükümdar olur. Ama kurallar ne kadar adildir? Kralın keyfi ''yoğurt yemeyeceksin!'' kuralını çiğneyen her kişiye aynı cezayı vermesi onu adaletli yapar mı? Ya da yoğurdu sırf krala gıcıklık olsun diye yiyenle, açlıktan ölmemek için yiyen arasında bir fark yaratır mı?
 
Günlük ilişkilerimizde herkes kendi kendinin kralıdır. Hepimizin ilişkilerimizde kullandığımız, yapılması gerekenler ve yapılmaması gerekenler diye, kafamızda alt metinlerimiz vardır. Ama hepimiz tutarsız krallarızdır. Bazen işimize gelir görmezden geliriz, bazen duygularımız işin içine girer, sevgimizden tepki veremeyiz. Ya da tam tersi aşırı tepkiler veririz. Adalet zaten sübjektifken ve bir de tutarsızken, o zaman nasıl ve hangi durumda güvenebiliriz? Tüm bunlara rağmen güvenme ihtiyacımız o kadar fazladır ki, kafamızda kişiye ait bir öngörü şeması oluşturmaya çalışarak, onun adaletini anlamaya çalışırız. Bu konuda asla anlayamayacağımız tamamen keyfi ve bencil bir adalet anlayışına sahip kişiler de çıkar karşımıza mutlaka, o zaman da onlara güvenmemeyi seçer, adaletsizlikten olabildiğince daha az yara alırız.
 
Adalet tutarlılıktır derken, kralın yoğurt yemeyeceksin emri karşısında verilecek cezada tutarlı olması onu adil yapar mı diye sormuştum ya, tabi ki yapmaz! Yoğurt yemeyeceksin kralın keyfi kuralıdır çünkü. O zaman söylediğim şeyle çelişirken, bu çukura iyice battığımı düşünmeyin, bir yolunu bulur çıkarım elbet! Keyfi olmayan kural var mıdır peki? Sana doğru bana yanlış olmayan, sana iyi bana kötü olmayan, sana yararlı bana zararlı olmayan şeyleri bulmak her zaman mümkün olabilir mi?
 
İşte tam burada işin içine biraz empati (kendini başkasının yerine koyma, onun gibi düşünmeye ve hissetmeye çalışma), biraz vicdan giriyor. İnsanlar ise, maalsef genellikle bu empati ve vicdan konusuna yeteri kadar kafa yoramadıkları için, din, ideoloji, ahlak vs. gibi yazılı metinlerle, sana uydu bana uymadı, bugün uydu yarın uymadı demeden, ezbere adaleti giymeye çalışıyorlar. O zaman da adalet güvenin temeli olmaktan çıkıp ancak mülkün temeli olarak varoluyor.
 
O yüzden düşünüp düşünüp üç emirde karar kıldım: ''öldürmeyeceksin, can yakmayacaksın, paylaşacaksın!'' Gerisi herkesin kendi vicdanına kalmış...

30 Nisan 2012 Pazartesi

HAKLI ÇIKMA SANATI...

Son zamanlarda okuduğum muhteşem kitabın adı ''Eristik Dialektik''. Öyle adına bakıp ürkmeyin hiç de anlaşılmayacak veya sizi felsefenin derin sularında boğacak bir kitap değil. Adının fiyakasının yanısıra, tam da günlük yaşamın yansıması ''reality show'' tadında bir okumalık. Kitabın adının açıklaması olarak ''Haklı Çıkma Sanatı'' da diyebiliriz. Yazan kendi şahsına münhasır, pek karamsar, pek açıksözlü, ama dünyanın nimetlerinden pek faydalanamamış olmanın getirdiği öfkeyle, pek saldırgan filozofumuz, yüce üstat ''Schopenhauer'' beyefendi.
 
Bilen bilir belki ama, bu sevgili filozofumuz küçük yaştan itibaren özellikle annesi tarafından maruz kaldığı sevgisizlik sonrasında, kimseyi sevmeyeceksin!, hiçbirşey beklemeyeceksin!, hiçbir şey arzulamayacaksın! vs gibi, onemirvari bir liste çıkararak, okuyanları ''bari ölelim, bu hayat yaşamaya değmez!'' modunda bir ruh haline sokmuş ve hayattan bezdirmiştir; ancak biraz derine dalıp, o derin zekanın keşfettiği gerçekleri yakalamaya başladığınızda da, ''vay be! bu adam hayatın sırrını çözmüş, onunla ciddi ciddi dalga geçiyor'' kıvamına gelirsiniz ki, benim bu kitabı okurken hissettiğim durum da tam olarak budur.
 
Kitaba gelince, hergün yaptığımız sakin veya şiddetli, ılımlı veya ateşli bir sürü tartışmada bilinçli veya bilinçsiz olarak kullandığımız bir sürü taktiği oturup, çıkarıp, hesaplayıp yüzümüze vuran, bunu yaparken de, yüzsüzlüğümüzle dalga geçmemize neden olan son derece değerli bir çalışma. Açık açık, haklı olup olmamanın veya adaletin bir boka yaramadığını, önemli olanın sıradan insan için, ki hepimiz aynı kategoriye giriyoruz, tartışmadan galip ayrılmak olduğunu, zavallı egolarımızın tartışmalarda yenilmeyi kaldıramayacak kadar kırılgan olduğunu öyle güzel anlatıyor ki, basitliğimizle barışıyor, hırsımızla yüzleşiyor, bir de üstüne üstlük bundan hiç de utanmıyoruz.
Yani kısaca bu kitap için söyeleyebileceğim en önemli şey, hiç de ''politically correct'' (politik olarak doğru, diplomatik, ortayolcu, tavşan boku gibi ne akar, ne de kokar, kibarlık için kasan, bir yöntem ve konuşma şekli) olmadığıdır.
 
Kitabın içinde bölüm bölüm tartışmadan galip çıkma taktikleri anlatılmış, öyle ki, nerede yalan söylenmesi gerektiği, nerede yanlış kanıt sunulması gerektiği, nerede psikolojik baskı yapılması, nerede çekip gidilip (karşı tarafı piç gibi bırakıp), nerede anlamazdan gelinmesi gerektiği süper bir şekilde belirtilmiş. İşin enteresan tarafı, konuyu böyle ortaya koyunca çok çirkin görünse bile eminim herkesin mutlaka tartışma sırasında, zaman zaman uyguladığı bu taktiklerin işe yarıyor olması. Ama tabi ki üstat bu konuda kitabın sonunda gerekli uyarıyı yaparak, bu işe yarayan taktiklerin aslında genel bir kendini kandırma durumu olduğunu, komplekslerimizi yatıştırmaktan ileri gitmediği, o gün eve gelen ekmek misali karnımızı doyurduğunu, ama hayatımızı güvenceye almadığını anlamamızı da sağlıyor.
 
Özellikel son hile olarak anlattığı ''kişiselleştirme'' de geldiği nokta, tıpkı bir chef d'oevre, bir masterpiece, bir başyapıt!..
 
Diyor ki üstat,''..tartıştığınız kişinin üstün olduğunu görüp, haklı çıkacağını anladığınız zaman, işi kişiselleştirerek hakaret, saygısızlık ve kabalığa başvurabilirsiniz. Tartışma konusundan uzaklaşın çünkü orada oyunu kaybetmişsinizdir, tartıştığınız kişinin üzerine saldırın, konuya ait argümanlar üretmekten vazgeçip, karşınızdaki kişinin kişiliğine ait argümanlar geliştirin. Bu zaten herkesin çok kullandığı bir yoldur çok sevilir. Neredeyse bütün tartışmalarda vardır.  Peki biri size bu yöntemi uygulamaya kalktığında ne yapacaksınız?...''
 
Schopenhauer de herkes gibi aynı şekilde karşılık vermenin sonunda karakolda ve gazetede 3. sayfa haberi olarak biteceğini bildiği için bu yöntemi önermiyor. Onun yerine karşı tarafı çıldırtacak bir soğukkanlılığa bürünerek ve onun kişisel sataşmalarını duymazdan gelerek konu hakkındaki zaferinizin tadını çıkarın diyor.  Tabi bunun karşı tarafı çıldırtacağını da bildiği için, kibirinin tatmin edilmediği durumda, kendisine hiçbir haksızlık yapılmamış bile olsa, sadece tartışmada yenildiği için, işi kişiselleğe döken insanın ciddi bir yara alacağını, insanların ancak kendilerini başkalarıyla kıyaslayarak kibirlerini tatmin edebildiklerini, tartışmada yenilmenin bu insan için zihinsel gücünün başkalarının altında kalması anlamına geldiğini ve saldırmaya devam edeceğini söylüyor.
 
Eğer ortaya çıkacak olan bu kadar stresle başedemeyecekseniz en güzel yolu da tarif ediyor: ''İlk karşına çıkanla tartışma! Yalnızca iyi tanıdığın, saçmasapan şeyleri savunmayacak kadar anlama yetisine sahip olduğunu ve utanılacak durumlara düşmeyeceğini bildiğin kişilerle tartış! Otoritenin veya kendi egosunun dikte ettiklerine göre değil, nedenlere, gerekçelere dayanarak tartışmayı sürdürenlerle, sunulan nedenleri dinleyip dikkate alanlarla ve nihayet gerçeğe ve adalete, karşı tarafın ağzından çıkıyor olsa bile değer veren, kendisinin haksız olduğunu kabul edebilecek kadar adil olanlarla tartış. Demek ki, 100 kişi içinde tartışabilecek ancak 1 kişi bulursun, olsun sana yeter. Diğerlerini bırak onlar kendi aralarında konuşsunlar, bırak onlar kendi yanılgılarında anlaşsınlar. Sonuçta Voltaire'in dediği gibi: ''La paix vaut encore mieux que la verité'' (Barış hakikatten daha değerlidir)...

17 Şubat 2012 Cuma

DÜNDEN BUGÜNE AŞKA BAKIŞ:)

Sevgililer günü nedeniyle midir nedir, çok fazla aşk muhabbetine maruz kalmaktan dolayı dayanamadım, içimdekileri dökeyim dedim. Zaten arada sırada bu konuyla ilgili yazmışlığım vardır, ama bu sefer, biraz iğne çuvaldız hesabı yapıp, aşk yanlışları!!! üzerine konuya girmek istedim. Konu başlığına bakıp, teorik kavramsal bir inceleme bulacağınızı sanmayın, tamamen sübjektif ve tamamen duygusal! bir yazı oldu bu...

42 yaşına gelmiş bir kadın olarak, bugün aşktan anladığımla, yirmi yıl önce aşktan anladığım arasında çok ciddi fark var. Bunun olumlu bir şey olduğunu, yaşlandıkça olgunlaştığımı düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Yirmi yıl önce aşktan anladığım şey, sanki kulağa daha olgun ve ayakları yere basan bir durum yaratırken, bugün anladığım şey ise tam bir keyif kaosu, coşku felaketi, tutku curcunası, heyecan çelişkisi falan filan, bilmem anlatabiliyor muyum?

20 yaşındayken, sevgilileri, kendilerine romantik sürprizler yapan, çiçekler, hediyeler alan arkadaşlarım vardı. Gözümle hiç de tutmadığım bu sevgilileri, paranoyakça bir düşünceyle eleştirir, hatta durumu ''sevgilisine böyle bir şey yapma ihtiyacı duyuyorsa, kesin sakladığı bir şey vardır, yoksa aldatıyor mu?'' noktalarına bile vardıracak kadar ileri gidebilirdim. Çünkü gerçek sevginin hiç bir şeye ihtiyacı yoktu, bana göre, hatta söylemeye bile! Cahillik işte! Bu şekilde düşünüyor olmanın, kedinin ulaşamadığı ciğere mundar demesinden mi, yoksa, ''akıllı kadınları yaptığın güzel şeylerle kandıramazsın'' kompleksinden mi kaynaklandığını, şimdi pek de analiz etme imkanı yok. Hepsi de olabilir tabi ki.

Sonuçta süprizsiz, hediyesiz, çiçeksiz ve de, bildik o biçimsel romantizmden tamamen uzak aşkları seçerek ve yaşayarak, kendimi çok değerli kıldığıma inanıp, muhtemelen karşı tarafta da, ''ne harbi kadın yahu! hiç biçimsel gösterişlere metelik vermez, tav olmaz, helal olsun'' düşünce tarzının gelişmesine ve yerleşmesine de sebep oldum. Büyük başarı gurur duyuyorum kendimle!!!

Sevgi ve saygıda kusur edilmeden, hayat içersindeki ihtiyaçların karşılandığı, dürüstlük ve güven dolu ilişkileri sayfa başlarına yazarak, sonraki cümleleri de hep kopyalayarak aşkı yaşayıp, bununla da mutlu olmak, işte, yirmi yaşında keşfedilen, bilinen ve tercih edilen aşk düşüncesi tamemen bu kadar aklı başında ve başarılıydı.

Sonra geldik 42'ye ve birden ergen damarları mı gevşedi, yoksa aşkı bu kadar küçümsemiş olmanın acısı mı çıkmaya başladı nedir, bilmiyorum, düşüncelerde bir sapma bir bozulma olmaya başladı ki, insanın o yirmi yaşındaki aklı selim halini yanına çağırıp, ondan bir nutuk dinleyesi geldi.

Dün akşam izlediğim bir dizide sevgililer gününü kutlamak için sevgilisiyle bir akşam yemeği programı yapan çok yoğun bir kadın cerrahın, işinden dolayı bu yemeğe yetişememesi, ama onun bu durumunu anlayan sevgilisinin, gecenin 11'inde mumlar, şarap ve çok özel bir menü ile doktor odasında bir masa hazırlatarak yine de o geceyi kutlamalarını sağlaması, tarafımca eskiden ''göz boyamacı, boş romantizm'' olarak ifade edilirken, bugün gözlerim dolu dolu ''ayy! ne romantik!'' dememe neden oluyorsa, gerçekten ya bir nutuğa, ya da sıkıca bir sarsılmaya ihtiyacım var demektir.

Elbette ''kapitalizmin, tüketim toplumunun, senin saf duygularını materyalist ifadelere yenik düşürmesine izin verme!'' diyecek çok aklı başında arkadaşlarım da olacaktır. Hepsine birden maalesef, ''hadi leeeennn!'', diyeceğim kusura bakmayın, çünkü her türlü saf duygumun artık bu biçimselliğe yenik düşmesine izin verecek kadar direndiğimi ve hayatın, ilişkilerin bir tek çiçekle bile maddeleştiğinde, çok daha farklı bir boyutta yaşanabildiğini düşünüyorum. O yüzden yirmi yaşındaki idealist halimin söyleyeceklerine maalesef şu an için karnım tok!

Son olarak bugün gazetede okuduğum bir yazıyı da paylaşmak istedim. Gustave Flaubert'in sevgilisi Louise Colet'ye yazdığı 1846 tarihli bir mektuptan alıntılanmış kısa bir bölüm, belki de bugüne kadar okuduğum en içimi gıcıklatan aşk ifadeleriydi: ''Seni ilk gördüğüm yerde aşkla, coşkuyla ve öpücüklerle sarmalayacağım. Seni bayılıp ölene kadar bedenin bütün şehvetleriyle tıka basa doyuracağım. Yaşlandığında bu birkaç saat aklına düşünce, neşeden kemiklerinin titremesini istiyorum''

Daha başka ne denebilir ki!!!

27 Aralık 2011 Salı

TEHLİKELİ AKLIN SABUKLAMALARI....

TVde Levent Kazak tarafından hazırlanan ''Heberler'' programına birşeyler yazmam istenseydi, muhtemelen böyle bir şey yazardım ama maalesef bu yazacaklarım bir mizah programının metni olmaktan çok uzak! Ama aynı zamanda başka bir şey olamayacak kadar da trajikomik!
Hani Fransa bir yasa çıkardı, hop oturuldu, hop kalkıldı, çok tartışıldı, yüreğimize oklar saplandı, arkamızdan vurulduk, öldük öldük dirildik, zamanında öldürülen herkesten daha fazla acı çektik!
Bu konuda herkes bir şey yazıyor, çiziyor da, bu sabah okuduğum bir yazıda yazanlar sonrasında, insan zekasının ilerililiğinin ve aynı zamanda geriliğinin, cinliğin ve salaklığın ve becerinin ve beceriksizliğin aynı anda olduğu, gerçekleştiği vuku bulduğu bir duruma şahit olmanın dayanılmaz ağırlığını yaşıyorum.
Şimdi yazıyı yazanın kim olduğu önemli değil ancak bu eleman bayağı bir çalışmış (wikipedya araştırmasını çok iyi yapmış), ve muhteşem bir şey yakalamış. Şu ermeni sorununu, sorunsalını, problemini kökünden çözecek bulguları elde etmiş. Herkes daha yerinde sayadursun bu zat, uğraşmış ve bulmuş! Hem de kaynak olarak sadece wikipedyayı kullanarak! Zaten eskiden bunu keşfedememiş olmanın sebebi bence ''eskiden wikipedya mı vardı be kardeşim'' cümlesiyle çok net açıklanabilir.
Eleman tezine şöyle başlıyor: '' Eskiden biz kendimize Türkiye diyorduk ama İngilizler bize ''Turkey'' demeyi seçtiler! Yani hindi bizim topraklardan Avrupaya yayılınca bize Turkey demeye başladılar. Yani bizim adımız hindiden gelmiyor, onlar bu garip hayvancağızı bişeye benzetemeyip bir isim üretemiyorlar ve ona geldiği yer olan Turkey diyorlar'' (Şu zavallı ingilizlerin akıl kıtlığına bir yanalım önce, dünyadaki binlerce çeşit hayvana isim bulmuşlar ama şu güzide Türkiyeden kaçan hayvana bir isim bulamamışlar!) Biz de böylece hindinin isim babası olup onunla özdeşleşmişiz.
Şimdi konu neydi ne oldu, ermeni sorunundan girip hindiye nasıl geldin, diyebilirsiniz ama biraz sonra yazacaklarım bir şeye nereden girip nereye varma konusunda, hepimizin en ince saç telini bile titretecek bir durumla karşı karşıya olduğumuzu hepinize gösterecek merak etmeyin!
Eleman tüm semantik ve linguistik bilgilerimizi sorgulatacak yeni bir açılımla çalışmasına devam ediyor ve ''Türk'' sözcüğünün kökü ile arapçadaki ''terk'' sözcüğü aynı kökten türemiştir!'' diyerek bize yeni bir ufuk açıyor. Buradan da ''talking turkey, cold turkey deyimlerine gönderme yaparak, bunların bir şeyi terketme, birine bir şeyi bırakma anlamına geldiğini söylüyor.
Buradan çiftleşen hindilere atlayıp genelde toplu halde çiftleşmeye giden hindilerin güçlü olanın aktif hale geldiği bir çiftleşme yaşarken, arada güçsüze de hak tanıyıp ''dişi'' bıraktığı mesajını alıyoruz. Yani hindiler kendileri için en önemli konudan bile arada sırada vazgeçebiliyorlar.
Buradan nereye çufçufluoyoruz peki? Türk, terk, turkey, hindi derken elemanımız diyor ki, Türkler bırakır, vazgeçer kendileri için sonuçta kötü olacağını düşünseler bile bir şeyi bırakabilme yetisine sahiptirler''
Ay yazarken bir şeyler olmaya başladı bile bana, soldan soldan mı geliyor, tünelin önünde ışık mı gördüm, anlayamadım henüz ama gözümün önünde bazı şimşek çakmaları yaşamaya başladığımı söyleyebilirim.
Ama dayanmam gerek çünkü dahası var!
Eleman buradan yola çıkarak, Ermeniler ile Türkler arasındaki farka atlıyor ve diyor ki, ''biz Türkler geçmişimizi geçmişte bırakma becerisine sahipken Ermeniler geçmişlerini geleceğe taşıyorlar''
Yani Türk ve terk aynı kökten bu yüzden biz bırakıyoruz!
Yani Hindi, yani ingilizlerin isim veremediği Turkey çiftleşirken bile ''si...ş'' hakkını arada güçsüze bırakabiliyor
Yani o yüzden Turkey ismi Hindiye cuk oturmuş
Ya da hayvanlara Turkey dendiktenten sonra adını aldıkları ulusa yakışır birer hayvan olma yolunda gururla çiftleşiyorlar
Yani Ermeniler sözcük köklerinde ''bırakma'' gibi anlamlara sahip olmadıkları için geçmişi bırakamıyorlar
Ya da onlar Ermeni zaten, kelime kökü ne olursa olsun Türk olmadıkları için bırakamazlar (genetik yani)
Zaten geriye bakma ileri bak, geçmişte yediğin naneleri unut, boşver gitsin! Unutamayanlar düşünsün, hatta psikoloğa gidip geçmişleriyle hesaplaşsınlar
Bir de Hindistan var onu da ben uydurdum
Hindistan türkiyeden giden hindilerin kurduğu bir ülke olabilir mi?
Onlar nasıl çiftleşiyorlar acaba, toplu mu yoksa tekil mi?
Arada birbirlerine bir şeyleri peşkeş çekiyorlar mıdır sizce?
Ermenilerle bir alakaları var mıdır?
Ermeniler çiftleşirken çok mu bencil oluyorlar?
Hindi ve Ermeni arasındaki ortak nokta Türk müdür?
Türkler unutur mu, bırakır mı, gider mi?
Ermeniler ne yapar?
Bir gün bir Hindi, bir Türk, bir Ermeni ve bir Hintli bara girmiş...hadi leennnnnn hepinizi şimdi!!!!!