17 Şubat 2012 Cuma

DÜNDEN BUGÜNE AŞKA BAKIŞ:)

Sevgililer günü nedeniyle midir nedir, çok fazla aşk muhabbetine maruz kalmaktan dolayı dayanamadım, içimdekileri dökeyim dedim. Zaten arada sırada bu konuyla ilgili yazmışlığım vardır, ama bu sefer, biraz iğne çuvaldız hesabı yapıp, aşk yanlışları!!! üzerine konuya girmek istedim. Konu başlığına bakıp, teorik kavramsal bir inceleme bulacağınızı sanmayın, tamamen sübjektif ve tamamen duygusal! bir yazı oldu bu...

42 yaşına gelmiş bir kadın olarak, bugün aşktan anladığımla, yirmi yıl önce aşktan anladığım arasında çok ciddi fark var. Bunun olumlu bir şey olduğunu, yaşlandıkça olgunlaştığımı düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Yirmi yıl önce aşktan anladığım şey, sanki kulağa daha olgun ve ayakları yere basan bir durum yaratırken, bugün anladığım şey ise tam bir keyif kaosu, coşku felaketi, tutku curcunası, heyecan çelişkisi falan filan, bilmem anlatabiliyor muyum?

20 yaşındayken, sevgilileri, kendilerine romantik sürprizler yapan, çiçekler, hediyeler alan arkadaşlarım vardı. Gözümle hiç de tutmadığım bu sevgilileri, paranoyakça bir düşünceyle eleştirir, hatta durumu ''sevgilisine böyle bir şey yapma ihtiyacı duyuyorsa, kesin sakladığı bir şey vardır, yoksa aldatıyor mu?'' noktalarına bile vardıracak kadar ileri gidebilirdim. Çünkü gerçek sevginin hiç bir şeye ihtiyacı yoktu, bana göre, hatta söylemeye bile! Cahillik işte! Bu şekilde düşünüyor olmanın, kedinin ulaşamadığı ciğere mundar demesinden mi, yoksa, ''akıllı kadınları yaptığın güzel şeylerle kandıramazsın'' kompleksinden mi kaynaklandığını, şimdi pek de analiz etme imkanı yok. Hepsi de olabilir tabi ki.

Sonuçta süprizsiz, hediyesiz, çiçeksiz ve de, bildik o biçimsel romantizmden tamamen uzak aşkları seçerek ve yaşayarak, kendimi çok değerli kıldığıma inanıp, muhtemelen karşı tarafta da, ''ne harbi kadın yahu! hiç biçimsel gösterişlere metelik vermez, tav olmaz, helal olsun'' düşünce tarzının gelişmesine ve yerleşmesine de sebep oldum. Büyük başarı gurur duyuyorum kendimle!!!

Sevgi ve saygıda kusur edilmeden, hayat içersindeki ihtiyaçların karşılandığı, dürüstlük ve güven dolu ilişkileri sayfa başlarına yazarak, sonraki cümleleri de hep kopyalayarak aşkı yaşayıp, bununla da mutlu olmak, işte, yirmi yaşında keşfedilen, bilinen ve tercih edilen aşk düşüncesi tamemen bu kadar aklı başında ve başarılıydı.

Sonra geldik 42'ye ve birden ergen damarları mı gevşedi, yoksa aşkı bu kadar küçümsemiş olmanın acısı mı çıkmaya başladı nedir, bilmiyorum, düşüncelerde bir sapma bir bozulma olmaya başladı ki, insanın o yirmi yaşındaki aklı selim halini yanına çağırıp, ondan bir nutuk dinleyesi geldi.

Dün akşam izlediğim bir dizide sevgililer gününü kutlamak için sevgilisiyle bir akşam yemeği programı yapan çok yoğun bir kadın cerrahın, işinden dolayı bu yemeğe yetişememesi, ama onun bu durumunu anlayan sevgilisinin, gecenin 11'inde mumlar, şarap ve çok özel bir menü ile doktor odasında bir masa hazırlatarak yine de o geceyi kutlamalarını sağlaması, tarafımca eskiden ''göz boyamacı, boş romantizm'' olarak ifade edilirken, bugün gözlerim dolu dolu ''ayy! ne romantik!'' dememe neden oluyorsa, gerçekten ya bir nutuğa, ya da sıkıca bir sarsılmaya ihtiyacım var demektir.

Elbette ''kapitalizmin, tüketim toplumunun, senin saf duygularını materyalist ifadelere yenik düşürmesine izin verme!'' diyecek çok aklı başında arkadaşlarım da olacaktır. Hepsine birden maalesef, ''hadi leeeennn!'', diyeceğim kusura bakmayın, çünkü her türlü saf duygumun artık bu biçimselliğe yenik düşmesine izin verecek kadar direndiğimi ve hayatın, ilişkilerin bir tek çiçekle bile maddeleştiğinde, çok daha farklı bir boyutta yaşanabildiğini düşünüyorum. O yüzden yirmi yaşındaki idealist halimin söyleyeceklerine maalesef şu an için karnım tok!

Son olarak bugün gazetede okuduğum bir yazıyı da paylaşmak istedim. Gustave Flaubert'in sevgilisi Louise Colet'ye yazdığı 1846 tarihli bir mektuptan alıntılanmış kısa bir bölüm, belki de bugüne kadar okuduğum en içimi gıcıklatan aşk ifadeleriydi: ''Seni ilk gördüğüm yerde aşkla, coşkuyla ve öpücüklerle sarmalayacağım. Seni bayılıp ölene kadar bedenin bütün şehvetleriyle tıka basa doyuracağım. Yaşlandığında bu birkaç saat aklına düşünce, neşeden kemiklerinin titremesini istiyorum''

Daha başka ne denebilir ki!!!