26 Kasım 2010 Cuma

AŞKIN BİTMEZ TARTIŞMASI...

Konu dönüp dolaşıp yine aşka geliyor...
Dün bir kaç derviş, biraraya gelmiş, bu sonsuz meseleyi yine tartışmış!
Hepsi hayatının yaklaşık yarısını geçmiş!, illa ki aşkı tatmış, ama hepsi farklı anlatmış!
Birincisi demiş ki, aşk basittir ve bir anlık yıldırım çarpmasıdır, gördüğün anda olur ve hayat boyu unutulmaz.
İkincisi demiş ki, aşk duyguların en yücesi, hayatın gerçek anlamı, insan tekamülünün doruk noktası.
Üçüncüsü demiş ki, aşk kimine göre baş tacı, kimine göre başa bela, aradaki yolda sıranmış tüm aşklar, bütün tarifler bir başka...
Dördüncüsü anlatmış, ama kimse anlayamamış... Tıpkı cennetin kapısında bekleyen filozof ve hipopotam misali. Melek demiş ki, bugün bana aşkı en iyi anlatan cennete girmeye hak kazanır, filozof başlamış anlatmaya, ''aşk bir insanın başka bir insana, kendini kaybederek ama düşünerek, hormonların etkisiyle, kimyasalların karışmasıyla ama yazdığı şiirlerin bilinciyle, biraz bilinç, ama biraz sahiplenme, ama üç senede biter diyorlar, ama sonsuz aşk denince bir de platonik var, hani idealize ettiğimiz ama çok basit olan....'' ve melek filozofun sözünü kesip bön bön bakan hipopotama ''hadi yine iyisin, bugün şanslı günün'' demiş!
Körler sağırlar birbirini ağırlar misali geçen tartışma, aşkta dürüstlük nerededir, veya cinsellik aşkın olmazsa olmazı mıdır, veya aşk bir teoridir ve genellenebilir, veya herkesin aşkı kendinedir gibi bir fikir deryası içersinde boğulmadan önce, tutunabilecek bir simitçik arayan tartışmacıların, bir süre sonra, ''sen hiç bir şey bilmiyorsun, hiç aşık olmamışsın!'', ''asıl sen benim aşık olduğum gibi hiç olmamışsın'', ''aman efendim benim sepetimden üç aşk çıktı, bu istridyede inci yakalama misali bir durumdur'' tarzında ifadeleriyle sıkışmış kalmış.
Aşkı yaşamın amacı sayanın da, aşkı hayatından çıkaranın da yokmuş aslında birbirinden farkı. Sonuçta herkes kendi dinini yaşarmış, biri aşktan başka bir şey görmeyerek, diğeri aşkı görmeyerek...Ama hep dini kurallarla, sorgulatmadan, kesin yargılarla ve inandığına olan inaçla.
Aşkı bir kimyasal sürece indirgeyip arkasındaki felsefeyi ve yaratımı görmemekte direnen de, ya da yarattığı felsefenin içinde kendini hapseden de, veya üzerine bir dünya kurulmuş bu duyguyu bir anlık şimşeğe çeviren de, ya da tüm duyguları bir fonksiyon eğrisiyle matematiğe döken de, sonunda, ''aşk bir sudur, iç iç kudur'' noktasında buluşmuş. Ama susuz yaşamın olamayacağını unutmadan kudurmuşlar...

15 Kasım 2010 Pazartesi

ÖLÜMLÜLÜK VE ÖLÜMSÜZLÜK

Bugün bir cenazeye gitmem gerekti. İnsan cenazede elbette ölüm üzerine düşünür, herhalde tatil planı yapmaz, yoksa yapar mı? Neyse, ben sıradan bir insan olarak ilkini seçtim. Ölüm, ölümlülük veya ölümsüzlük kavramları üzerine düşünürken, son zamanlarda okuduğum müthiş bir felsefi geyik kitabından da faydalanarak bir şeyler yazayım dedim.
 
Mesela, hepimizin ölümden ödümüz koptuğu gerçeğini ilk defa keşfeden antropolog Ernest Becker demiş ki, ölümün inkarı bir çeşit ölümle başa çıkma yöntemidir ve bu dürtüseldir. Yani hepimiz ölümsüzlük adına bazı şeyleri sembolleştirir ve onlara inanırız. Mesela ırk, vatan, din, kabile vs. kavramlarını bulmamızın sebebi ölüm korkusudur. Ölümsüz bir şeye ait olduğumuzu düşünerek ölüm korkumuzu yeneriz. Ne mutlu Türküm diyene, çünkü Türkiye cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!!!
 
Becker buradan yola çıkarak uygarlığı oluşturma çabamızın da ölüm kaygısından kaynaklandığını söyler. Hatta şöyle bir kelamı vardır ki, neresinden baksanız sağdan ve soldan okunduğunda aynı sesi veren kelimeler gibi hep aynı sonuca ulaştırır: ''Ölümün inkarı, uygarlığın hayatta kalma stratejisidir''. Öyle ki üretimin amacının da bu olduğunu söyleyerek, sanat dahil geleceğe bırakılan her değer, ölüm kaygısı sayesinde olur, diyerek, tüm kültürün özünde ölüm kaygısı olduğu kadar basit bir gerçekliği, taaaak diye ortaya koyar! Koyar ama, işin bu noktasında, ''kimin gerçekliği???'' sorusuyla başbaşa kalırız. Bu kaygı sebebiyle, din, dil, ırk, millet, mezhep vs olarak kendi kaygı yoketme çözümünü bulan herkes şöyle bir problemle karşı karşıya kalır: ''Eğer benimki doğruysa, onunki yanlış olmalı!'' O zaman döndürelim onu, olmadı öldürelim onu! Ya hepimizinki doğruysa, tek doğru yoksa? Hadi leeeeennnnn, olur mu öyle şey!!!
 
Becker uygarlıkla uğraşadursun, pek sevgili üstat Freud beyciğimiz, haza ait dürtülerimizle başetmekten yorulduğu ve yaşlanmaya başladığı dönemlerde, ölüme ait dürtülerimize doğru bir shift gerçekleştirir ve uyaranlardan kurtul ve nirvanaya ulaş der. Tıpkı kostümlü bir ölüm provası gibi, herkeste yaş ilerledikçe durağana yönelme, yaşamın hızına isyan gibi kavramların oluştuğunu belirterek, tüm çatışmalarımızın da bu haz ve ölüm dürtüsü arasında gidip gelmemizden kaynaklandığını ve bunu da terapiyle! çözebileceğimizi söyler. O yüzden Freud'a terapinin babası deriz:))
 
Kierkegaard denen kuzeyli amcamız ise, intihar olaylarının tepe yaptığı ülkesinden bize öyle bir laf ederki, tüm okulların kapısına yazmak gerekir: ''Ölüm, yaşamın kıyısında anlamlı bir yaşam sürebilme sorumluluğudur'' Bu sorumluluk, faturaları zamanında öde, çocuğuna yemeğini ver vs. gibi sorumluluklardan farklı gibi görünse de, aslında amcamızın tam da söylemeye çalıştığı şey budur: Anlam dediğin şey nedir ki, onu ancak sen yaratırsın!
 
Sonra yüce hoca Shopenhauer efendi sahneye çıkar ve ölümün korkulacak bir son değil, yaşamın nihayi hedef ve amacı olduğunu söyler. Ölüm yoktur, yaşam zaten sabit bir ölme sürecidir. Hani çok pozitif, çiçek böcek bir söz vardır: ''Bugün kalan ömrünün ilk günü'' diye, Shopenhauer bu lafı şöyle söyler: ''Bugün şimdilik ölüm sürecinin son günü!'' Tabi ki, bir ölüm süreci olarak gördüğümüz yaşamdaki en büyük sorun, bir ''yaşam istenci''mizin olmasıdır ki, allahtan bir gün ölüm gelir de, bizi bundan kurtarır!
Bu tehlikeli yaşam istencimizin de ana sebebi de, maalesef ''aşk''tır. Bu bizim en bireysel istencimizdir ve Shopenhauer'e göre hiç bir şeye yaramaz, başımıza iş açmaktan başka! Bu nedenle yaşam istencimizi ve aşk yaşama potansiyelimizi içimize hapsedersek, hiç bir sorun kalmaz, yaşayan bir ölü olarak soruna çözüm bulmuş oluruz kolayca!
 
Heidegger denen şaşkın ise ölümün farkındalığının ve ölüm bilincinin bizi özgürleştirdiğini söyler. ''Kedi köpekte ölüm bilinci yok, ama biz de var, demek ki bunun değerini bilmeliyiz,'' der. Ölümsüzlüğün herşeyi sıradanlaştıracağını ve köpek gibi bir hayat yaşamayı herhalde istemeyeceğimizi söyler! (Niye ki?)
 
Bucket list diye bir film var, iki ölümü yaklaşan hasta ihtiyar son istek listelerini gerçekleştirmek adına bir yolculuğa çıkarlar. Onların sahip olduğuna, ölümcül hasta olmadan sahip olmaya ''ölüyormuş gibi yaşama şansı'' denir. Bu tıpkı her maçı final maçı gibi oynamak gibi bir şeydir. Düşünsenize hayat boyu kazansanız da kaybetseniz de eleme maçı oynasaydınız, maç yapmanın bir zevki kalır mıydı?
 
Heidegger'ın ''Zaman ve Yokluk'' adlı eserini 6 saatte okumayı başaran Sartre (bu arada ben üç sayfa dayanabildim, dördüncü sayfada elimden, bileklerimi kesmek üzere aldığım bıçakları kaptılar), ''sen hiçbirşeysin, o yüzden yaşadığın hayat da hiç birşey, dolayısıyla ölüm de hiç bir şey!'' der ve bir şey olmak için önce ne olacağını seç ve onu ol! diye devam eder. ''Aman allahım şimdi bir şey olmak zorundayım paniğiyle, ölüm korkusu falan kalmaz, ne olacağım, ya da neyi seçeceğim korkusu hepsinin üstüne çıkar. boru değil, ne seçeceksek özümüz öyle tanımlanacaktır, büyük sorumluluk yani!
 
Burada Camus, Sartre'ın hötzötlerini biraz yumuşatır ve bu kadar kafayı takmayın, tek seçmeniz gereken şey ölmek veya yaşamaktır, der. Yani, n'olacam diye bu kadar endişeleniyorsan, ölmeyi de seçebilirsin, demokrasilerde çare tükenmez diyerek, yaşam saçma, ölüm ondan saçma, boşver sırasıyla bekleyelim, beklemekten sıkılırsak, seçim yapıp ölelim, kadar basit bir şekilde, öyle de böyle de bir tarafımıza girdiğini söyleyecek kadar dürüsttür. 
 
Biraz eskilere gidersek, Stoacı Cicero bizim ne zaman ölmeye karar vermemiz gerektiği konusunu aydınlığa kavuşturur. Eğer doğamızla uyumlu yaşayamıyorsak artık vaktimizin dolduğunun resmidir. Dünyaya kazık kakmanın bir anlamı yoktur. Hatta Seneca der ki: ''Bilge insan, yaşayabileceği kadar değil, yaşaması gerektiği kadar yaşar'' Bilgelik de, bu durumda ne kadar yaşamak gerektiğine karar vermek olsa gerek. Ben bilge olmaktan vazgeçtim, cahillik en güzeli, ah muhteşem ölümsüzlük, gel buraya!
 
Bir de bir şey uğruna ölmek var ki, bu konuda en güzel sözü bence Bertrand Russel söylemiş: ''İnançlarım ve prensiplerim uğruna asla ölmem, çünkü yanılıyor olabilirim!'' İşte tam benim adamım!
 
Ölüme kafayı takmayanlardan biri de Epicures. Herşeyin temeli haz diyen bu eğlenceli amca, (herkesin hayatında bence bir epiküryen olmalı), ''ölüm varsa ben yokum, ben varsam ölüm yok'' diyerek, donatın masaları, getirin şarapları, içelim, güzelleşelim tadında durumu özetlemiş. Bu konuda, ölümsüzlüğü veya uzun yaşamayı kafaya takanlar için, Amerikalı komedyen Steven Wright da, en az Epicures kadar etkili bir şekilde ''hayatını sigara, uyuşturucu, içki, seks, ve lezzetli yiyeceklerden kendisini men ederek geçirenlere çok acıyorum, onlar hastanede ölüm döşeğinde yatarken neden öldüklerini asla bilemeyecekler'' diyerek önemli bir saptamada bulunmuş!!!
 
Yaşamayı ahlaki bir ödev kabul eden Kant için diyecek bir söz bulamıyorum. belki bu fıkra biraz duygularıma tercüman olur:
Kadın eve gelip kocasını ve en yakın arkadaşını yatakta basınca, arkadaşına döner ve ''Hadi ben mecburum da, senin ne zorun vardı be kadın!'' der.
 
Bir de ölümsüzlük duygusunun herşeyi ertelemek için bir neden olduğu da, ciddiye alınması gereken bir söylem olabilir. Bunu da kısa bir fıkrayla şöyle özetleyebiliriz: Bir adam ve kadın 40 yıldır beraberlermiş. Sonunda adam ''hadi evlenelim!'' demiş, kadın da ''manyak mısın? Bizi bu yaşta kim alır?'' demiş!
 
Ölümsüzlük ve yaşam her ne kadar felsefi kavramlar olarak görünse de, elbette bilimsel değerlendirmeleri konuya dahil etmezsek çok önemli bir şeyi atlamış olacağız. Bilim adamları, yaşam çorbasında (hayatı oluşturan elementlerin tesadüfen ilk defa biraraya geldiği düşünülen doğal kimya havuzu) ortaya çıkan en ilkel tek hücrelinin, bölünerek çoğaldığını (yani kendinden bir tane daha yapıyor), böylelikle ölümsüz olduğunu, ama evrim yolunda, iki cinsiyetli üreme sistemine geçtiğimiz anda, ölümsüzlüğümüze de veda ettiğimizi söylüyorlar.
Yani dönüp dolaşıp yine aynı noktaya varıyoruz. Seks yüzünden ölümlüyüz. Freud da, Shopenhauer da demişti zaten!
 
Yani ölümsüz olamayacağımıza göre ( dünyevi zevkler yüzünden treni kaçırmışız), biz faniler her yaşın değerini bilmeli, ölmeden mezara girmemeli, ya da mezarbaşında fingirdeşmemeliyiz. Yani yaşamın hakkını verelim bari!
Bunu da yine bir fıkrayla özetleyelim: Yaşlı adam göl kıyısına gelince bir kurbağa ona seslenir ''hey ihtiyar baksana beni öpersen, ben çok güzel bir kadına dönüşürüm ve bütün gece sevişebiliriz'', adam kurbağayı alır, cebine koyar ve yürümeye devam eder, kurbağa ''hadi öpsene, sana güzel bir kadın olduğumu söyledim''der, adam cevap verir ''valla bu yaşımda sevişecek bir kadındansa, konuşan bir kurbağaya daha çok ihtiyacım var!''
 
Bugün cenazede, o koca yazıyı görünce ''ibret olsun, bir gün her canlı ölümü tadacaktır, sonunda bize döneceksiniz'' ödüm koptu. Tıpkı uçurumdan düşerken son anda bir dala tutunup ''yardım edin, kimse yok mu'' diye bağıran adam gibi. Tam o sırada gökten bir ışık parlar ve bir ses duyulur ''ben varım oğlum!, gel tut elimi'', adam durur ve tekrar bağırmaya devam eder, ''başka kimse yok muuuu?''
 
Harbiden başka kimse yok muuuuu????

11 Kasım 2010 Perşembe

İNSAN TİPLERİ!!!

Herşeyde olduğu gibi!, insanlarda da bireysel baktığımızda farklılıklar sonsuz bir çeşitleme gibi görünebilir ama, şöyle bir tepeden bakıp bazı genellemeler yapmaya kalktığımızda, bir kaç ana başlık altında, tüm insan türünü toplayabileceğimiz ayan beyan ortadadır. Mesela, bir uzaylı ırkı olsa, bu dünyaya adım atmadan önce, şu insan nasıl bir şeydir, biraz araştıralım dese, bir program yazsa, (muhtemelen onlar programları kafalarında yazıp uyguluyorlardır), bu program, ''criminal'' dizilerdeki parmak izi araştırma makinaları şeklinde çalışsa, çok da fazla bir karakter başlığı çıkacağını sanmıyorum. Dünyada bilmem kaç milyar insanın hepsini aynı anda bu programdan tarayarak, ''hoop matched! (belki bir uzaylıcası vardır!), bu nevrotik, ''hoop, matched, bu psikopat, hoop matched, bu biraz saf!'' gibi bir kaç saniye içinde bir döküm yapabilirler. ''Çok da enteresan değilmiş, başka bir yere gidelim'' deme ihtimalleri bence yüksek ama bari programı bıraksalar çok iyi olur.

Neyse, henüz böyle bir yeteneğe sahip olmadığımıza göre, bireysel değerlendirmeler içinde kaybolduğumuz insan karakter analizi sürecinde, bendeniz de, bir katkım olmasını ummak baabından bir sübjektif! çalışma yapayım dedim. N'oldu da bunu yapıyorsun demeyin, bir şey olmadı, sadece işim yok, bol boş vaktim var, o kadar!

Şimdi bazı insanlar vardır, onlardan gördüğünüz an uzaklaşmanız gerekir, ama bu sözüm nafile, çünkü siz uzaklaşmanız gerektiğini anlayana kadar iş işten geçmiştir. Bunlar, önce sizi incelerler, sanki başka hiç bir işleri yokmuş gibi, sizin genel düşüncelerinizi, yaşam tarzınızı, hayata bakışınızı öğrenmeye çalışırlar. Hiç bir negatif yorum yapmadan, sizi sürekli onaylayarak davranırlar. Hatta, öyle bir hayranlık gösterirler ki, ''Aman ne güzel, ne kadar benle ilgili, ne kadar beni merak ediyor, her dediğime de, sanki Dalay Lama kelamı muamelesi yapıyor, yahu ben bu kadar merak edilesi bir insan mıydım, sonunda içimdeki cevheri gören birileri çıktı diye tam havalara girmişken ve onaylanmanın güveniyle herşeyinizi bardaktan boşalan su saflığında ve maalesef hızında, tüm açıklığıyla ortaya dökmüşken, bu insan size ait her türlü veriyi toplamış olmanın güvencesiyle, kendi gerçek yüzünü ortaya koyar.
Artık siz maskesiz, o ebedi maskeli ilişkiniz, sonu nereye varacağı bilinmeyen bir yolda, onun altında bir araba, siz arabanın arkasında ipe tutunmuş çölde sürüklenirsiniz. (Nedense acı çekmek deyince aklıma hep bu sahne gelir)

Bazı insanlar vardır, kırılganlıkları ile sizi büyülerler. Sanki o güne kadar kimse onları anlayamamış, hayat boyu arayışlarında kendi bilgeliklerine denk kimseyi bulamamış gibi davranırlar. Bu arada size ufak bir kaç ima ile, aradıkları şey olma potansiyeliniz hakkında küçük işaretler de yollarlar. Şişmeye her an müsait egonuz ile, evet ben o şeyim, ben o bugüne kadar bulunamamış nadideyim, gibi bir yanlış düşünceye kapılır ve daha da çok o şey olma konusunda, elinizden geleni yaparsınız. Onlar da bundan ne kadar etkilendiklerini, kırılgan, utangaç ama minnetkar davranışlarıyla her fırsatta size gösterirler. Ama hep bir açık kapı vardır ve hep olunması gereken insan bir türlü olunamıyor, karşı taraf bir türlü size, sen ''O''sun demiyordur. Artık başkasının idealize ettiği, kutsallaştırdığı ve ne idüğü belirsiz şey olma konusunda, sadece o zor beğenen kibirin önünde bir kuklaya dönüşürsünüz. O ise, bu kadar çabanın karşısında, en sonunda size döner ve ''ben hala arıyorum'' der! Kıç üstü oturmak da, tam buna denir. ''Ama, ama, bendim hani! ben olabilirdim! hatta oldum! vallahi billahi oldum!'' diye, tepindikçe, o size aradığı şeyin asla böyle tepinmeyeceğini bildiği edalarıyla bakar ve kendinizi iyice nokta gibi hissedersiniz. Egonuzun kurbanı olmaşsunuzdur ama sizi egonuza kurban etmek için arabaya ip bağlayıp sürükleyenler de bu insanlardır.

Bazı insanlar vardır, sizi sevgileriyle büyülerler, siz sevdikçe onlar da sever, onlar sevdikçe siz de seversiniz, sonunda öyle bir sevgi yumağı olursunuz ki, açması yıllar sürebilir. Yumak yapmaktan, kazak örmeye fırsat olmadığı için, bir bakarsınız, birbirinize ne kadar sevdiğinizi anlatmak uğruna, koca bir hayat geçmiş, ama bu hayatın sonunda, bu yumak da, diğer yumaklar gibi sonunda sadece yün örmeye yarayan bir iplikler topluluğu olmanın dışında bir şeye dönüşmemiş. Yıllarca verdiğiniz emeğin, çabanın, sonsuz mutluluğun anahtarı olmadığını anladığınız anda, bu insanın sevgisine olan bağımlılığınız yüzünden, tekrar bir şey olabilecek bir ip haline dönüşmek için ne yapacağınızı bilemezsiniz. Siz de, bunun üzerine, o ipi arabanın arkasına bağlar, şöför koltuğuna sevgi üreticinizi oturtur, elinize ipi alıp arkadan sürüklenmeye devam edersiniz.

Elbette, insan karakterleri bu kadar sınırlı değil ama benim de uzaylı ''matching'' programım yok en nihayetinde! Ama şunu bilin ki, sonunda her tip insan, sizi arabanın arkasından iple sürükler!. İpi bırakıp koca çölde tek başınıza varolma savaşına girebilir, ipe asılıp arabanın üzerine çıkmayı deneyebilir, (varsa bu kadar gücünüz helal olsun derim) veya ölene kadar kamyonun arkasından sürüklenebilirsiniz.

Bir de sizi şöför koltuğuna oturtup, kendileri ipi tutup sürüklenenler vardır ama onlar sanırım uzaylı!!!

6 Kasım 2010 Cumartesi

SİZİN RESMİNİZ NE DURUMDA?

Hayata başlarken sanki hepimizin yanında boş bir tuval vardır da, her şeyi bu tuvale yavaş yavaş ekleriz. Ancak hepimizin bu tuval üzerine çizeceğimiz resim bambaşka olur. Çünkü herbirimiz bu tuvalle beraber hazır bazı malzemelerle doğarız. Kimimizin boyaları pastel, kimimizin yağlı, bazılarının renkleri açık, bazılarının koyu, bazılarının bilmem kaç boy fırçası, bazılarının tek fırçası olur. Malzemeler ve çeşitleri sonsuz bir kombinasyonla ama belli adetlerde elimize verilmiştir. Sırada hayat resmimizi bu malzemelere ekleyebildiğimiz herşeyle yaratmak vardır.

Bazıları şanslıdır?!, bu malzemelerden başka, hayatta çok daha değişik malzemeler de çıkar karşılarına. Birileri onlara bir sepet guaj boya hediye eder mesela. Ama bununla ne yapacağını bilmek yine o kişinin becerisidir.
Bazısının ise sadece bir kara kalemi vardır ama harikalar yaratabilir. Sonunda öyle bir noktaya gelir ki, herkes bu kadar güzel eserler ortaya koyduğu için ona kendi malzemelerinden bile verir.
Kimisi elindeki malzemeyle yetinmez, aç gözlülük değildir bu, daha ne olabilirim sorgulamasıdır ve o zaman yaratıcılık başlar. Sokaktan topladığı taşların arasından bir kömür bulur, onunla debelenirken, birden aklına başka hangi malzemeleri kullanabilirim diye düşünerek, iplerle çöplerle, kağıt parçalarıyla öyle bir şey sunar ki bize, çoğu zaman biz ne olduğunu anlamasak bile, o mutluluğun dibine vurur.

İnsanların çoğu ise tuvallerine doğdukları zaman ellerinde bulunan malzemelerle bir şeyler yapmaya ve hayat boyu böyle devam etmeye çalışır. Bunların içinden, malzemeyi değiştirmese bile, yaptığı resmi her seferinde daha iyi yapmak için uğraşanlar çıkabildiği gibi, hayatın bir döneminde resmini tamamlayıp, sonrasını sadece o resme bakarak geçirenler de vardır. Ya da, bir resimle yetinmeyip aynı anda bir çok resmi yapanlar da...

Sonuçta elimizdeki malzeme doğuştan getirdiğimiz kısıtlarımızdır ama tek seçenek ve çaresizliğimiz olmadığı gibi, her zaman resmimizin üzerine boya dökülmesi veya kıyısından köşesinden yırtılması olasılıkları da vardır. Onarır ve boyamaya devam ederiz. O yırtığa bir başarısızlık olarak bakabileceğimiz gibi, bir desen olarak bakmak  ta, o desenden de bir farklılık yaratmak ta bizim elimizdedir. Resim yapmayı bırakmak ta bir seçenektir, kendi elimizle resmimizi yırtmak ta...Hatta resmi bırakıp, heykel yapmaya başlamak ta... (böylelerine şizofreni tanısı konuluyor:)) Çünkü onların malzemeleri boyadan kile dönüşmüş olabilir:)))

Bana sorarsanız, ben ne malzemelerimi, ne de yaptığım resmi yeterli buluyorum. Malzeme ararken, bir yandan da, belli dönemlerde resim üzerinde sürekli değişiklikler yapıyorum. Üzerini bazen boyarken, bazen kağıt yapıştırıyorum. Bazen başkalarının resimlerine de karışasım geliyor, zamanla bunu yapmanın aslında beni mutlu etmediğini öğreniyorum. Ama bulduğum malzemeleri paylaşmayı seviyorum. Bu gidiş gelişler dışardan tatminsizlik gibi görünse de, bana arayış gibi geliyor. Aranmadan bulunmayacağını, bulmuşluğun mutluluğu kadar, arayışın keyfinin de bir başka güzel olduğunu, olmamış renklerin her zaman başka renkler eklenerek değişebileceğini düşünüyorum.

Bazen empresyonist, bazen kübik, bazen ekspresyonist, bazen fütürist, bazen minimalist, bazen romantik olmak istiyorum. Belli bir ekole bağlı olmamanın, değişime açık olmakla aynı anlama geldiğine, hayatın sıkıcılığının da, ancak böyle aşılabileceğine inanıyorum. Bazıları buna tutarsızlık diyor, ama ben içimde, hem biraz Picasso, hem biraz Van Gogh, hem Dali, hem Monet, azıcık Rodin, azıcık Da Vinci, hatta birazcık da Michelangelo! bile olduğunu düşünerek mutlu oluyorum.

Neyse, resim yapasım geldi, olmak ya da olmamak, ya da resim yapmak ya da yapmamak, ya da hem yapmak hem yapmamak, herşey olup hiç bir şey olmamak, biri beni durdurmadan kendi kendine durabilmek:)))) İşte bütün mesele bu!