15 Kasım 2010 Pazartesi

ÖLÜMLÜLÜK VE ÖLÜMSÜZLÜK

Bugün bir cenazeye gitmem gerekti. İnsan cenazede elbette ölüm üzerine düşünür, herhalde tatil planı yapmaz, yoksa yapar mı? Neyse, ben sıradan bir insan olarak ilkini seçtim. Ölüm, ölümlülük veya ölümsüzlük kavramları üzerine düşünürken, son zamanlarda okuduğum müthiş bir felsefi geyik kitabından da faydalanarak bir şeyler yazayım dedim.
 
Mesela, hepimizin ölümden ödümüz koptuğu gerçeğini ilk defa keşfeden antropolog Ernest Becker demiş ki, ölümün inkarı bir çeşit ölümle başa çıkma yöntemidir ve bu dürtüseldir. Yani hepimiz ölümsüzlük adına bazı şeyleri sembolleştirir ve onlara inanırız. Mesela ırk, vatan, din, kabile vs. kavramlarını bulmamızın sebebi ölüm korkusudur. Ölümsüz bir şeye ait olduğumuzu düşünerek ölüm korkumuzu yeneriz. Ne mutlu Türküm diyene, çünkü Türkiye cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!!!
 
Becker buradan yola çıkarak uygarlığı oluşturma çabamızın da ölüm kaygısından kaynaklandığını söyler. Hatta şöyle bir kelamı vardır ki, neresinden baksanız sağdan ve soldan okunduğunda aynı sesi veren kelimeler gibi hep aynı sonuca ulaştırır: ''Ölümün inkarı, uygarlığın hayatta kalma stratejisidir''. Öyle ki üretimin amacının da bu olduğunu söyleyerek, sanat dahil geleceğe bırakılan her değer, ölüm kaygısı sayesinde olur, diyerek, tüm kültürün özünde ölüm kaygısı olduğu kadar basit bir gerçekliği, taaaak diye ortaya koyar! Koyar ama, işin bu noktasında, ''kimin gerçekliği???'' sorusuyla başbaşa kalırız. Bu kaygı sebebiyle, din, dil, ırk, millet, mezhep vs olarak kendi kaygı yoketme çözümünü bulan herkes şöyle bir problemle karşı karşıya kalır: ''Eğer benimki doğruysa, onunki yanlış olmalı!'' O zaman döndürelim onu, olmadı öldürelim onu! Ya hepimizinki doğruysa, tek doğru yoksa? Hadi leeeeennnnn, olur mu öyle şey!!!
 
Becker uygarlıkla uğraşadursun, pek sevgili üstat Freud beyciğimiz, haza ait dürtülerimizle başetmekten yorulduğu ve yaşlanmaya başladığı dönemlerde, ölüme ait dürtülerimize doğru bir shift gerçekleştirir ve uyaranlardan kurtul ve nirvanaya ulaş der. Tıpkı kostümlü bir ölüm provası gibi, herkeste yaş ilerledikçe durağana yönelme, yaşamın hızına isyan gibi kavramların oluştuğunu belirterek, tüm çatışmalarımızın da bu haz ve ölüm dürtüsü arasında gidip gelmemizden kaynaklandığını ve bunu da terapiyle! çözebileceğimizi söyler. O yüzden Freud'a terapinin babası deriz:))
 
Kierkegaard denen kuzeyli amcamız ise, intihar olaylarının tepe yaptığı ülkesinden bize öyle bir laf ederki, tüm okulların kapısına yazmak gerekir: ''Ölüm, yaşamın kıyısında anlamlı bir yaşam sürebilme sorumluluğudur'' Bu sorumluluk, faturaları zamanında öde, çocuğuna yemeğini ver vs. gibi sorumluluklardan farklı gibi görünse de, aslında amcamızın tam da söylemeye çalıştığı şey budur: Anlam dediğin şey nedir ki, onu ancak sen yaratırsın!
 
Sonra yüce hoca Shopenhauer efendi sahneye çıkar ve ölümün korkulacak bir son değil, yaşamın nihayi hedef ve amacı olduğunu söyler. Ölüm yoktur, yaşam zaten sabit bir ölme sürecidir. Hani çok pozitif, çiçek böcek bir söz vardır: ''Bugün kalan ömrünün ilk günü'' diye, Shopenhauer bu lafı şöyle söyler: ''Bugün şimdilik ölüm sürecinin son günü!'' Tabi ki, bir ölüm süreci olarak gördüğümüz yaşamdaki en büyük sorun, bir ''yaşam istenci''mizin olmasıdır ki, allahtan bir gün ölüm gelir de, bizi bundan kurtarır!
Bu tehlikeli yaşam istencimizin de ana sebebi de, maalesef ''aşk''tır. Bu bizim en bireysel istencimizdir ve Shopenhauer'e göre hiç bir şeye yaramaz, başımıza iş açmaktan başka! Bu nedenle yaşam istencimizi ve aşk yaşama potansiyelimizi içimize hapsedersek, hiç bir sorun kalmaz, yaşayan bir ölü olarak soruna çözüm bulmuş oluruz kolayca!
 
Heidegger denen şaşkın ise ölümün farkındalığının ve ölüm bilincinin bizi özgürleştirdiğini söyler. ''Kedi köpekte ölüm bilinci yok, ama biz de var, demek ki bunun değerini bilmeliyiz,'' der. Ölümsüzlüğün herşeyi sıradanlaştıracağını ve köpek gibi bir hayat yaşamayı herhalde istemeyeceğimizi söyler! (Niye ki?)
 
Bucket list diye bir film var, iki ölümü yaklaşan hasta ihtiyar son istek listelerini gerçekleştirmek adına bir yolculuğa çıkarlar. Onların sahip olduğuna, ölümcül hasta olmadan sahip olmaya ''ölüyormuş gibi yaşama şansı'' denir. Bu tıpkı her maçı final maçı gibi oynamak gibi bir şeydir. Düşünsenize hayat boyu kazansanız da kaybetseniz de eleme maçı oynasaydınız, maç yapmanın bir zevki kalır mıydı?
 
Heidegger'ın ''Zaman ve Yokluk'' adlı eserini 6 saatte okumayı başaran Sartre (bu arada ben üç sayfa dayanabildim, dördüncü sayfada elimden, bileklerimi kesmek üzere aldığım bıçakları kaptılar), ''sen hiçbirşeysin, o yüzden yaşadığın hayat da hiç birşey, dolayısıyla ölüm de hiç bir şey!'' der ve bir şey olmak için önce ne olacağını seç ve onu ol! diye devam eder. ''Aman allahım şimdi bir şey olmak zorundayım paniğiyle, ölüm korkusu falan kalmaz, ne olacağım, ya da neyi seçeceğim korkusu hepsinin üstüne çıkar. boru değil, ne seçeceksek özümüz öyle tanımlanacaktır, büyük sorumluluk yani!
 
Burada Camus, Sartre'ın hötzötlerini biraz yumuşatır ve bu kadar kafayı takmayın, tek seçmeniz gereken şey ölmek veya yaşamaktır, der. Yani, n'olacam diye bu kadar endişeleniyorsan, ölmeyi de seçebilirsin, demokrasilerde çare tükenmez diyerek, yaşam saçma, ölüm ondan saçma, boşver sırasıyla bekleyelim, beklemekten sıkılırsak, seçim yapıp ölelim, kadar basit bir şekilde, öyle de böyle de bir tarafımıza girdiğini söyleyecek kadar dürüsttür. 
 
Biraz eskilere gidersek, Stoacı Cicero bizim ne zaman ölmeye karar vermemiz gerektiği konusunu aydınlığa kavuşturur. Eğer doğamızla uyumlu yaşayamıyorsak artık vaktimizin dolduğunun resmidir. Dünyaya kazık kakmanın bir anlamı yoktur. Hatta Seneca der ki: ''Bilge insan, yaşayabileceği kadar değil, yaşaması gerektiği kadar yaşar'' Bilgelik de, bu durumda ne kadar yaşamak gerektiğine karar vermek olsa gerek. Ben bilge olmaktan vazgeçtim, cahillik en güzeli, ah muhteşem ölümsüzlük, gel buraya!
 
Bir de bir şey uğruna ölmek var ki, bu konuda en güzel sözü bence Bertrand Russel söylemiş: ''İnançlarım ve prensiplerim uğruna asla ölmem, çünkü yanılıyor olabilirim!'' İşte tam benim adamım!
 
Ölüme kafayı takmayanlardan biri de Epicures. Herşeyin temeli haz diyen bu eğlenceli amca, (herkesin hayatında bence bir epiküryen olmalı), ''ölüm varsa ben yokum, ben varsam ölüm yok'' diyerek, donatın masaları, getirin şarapları, içelim, güzelleşelim tadında durumu özetlemiş. Bu konuda, ölümsüzlüğü veya uzun yaşamayı kafaya takanlar için, Amerikalı komedyen Steven Wright da, en az Epicures kadar etkili bir şekilde ''hayatını sigara, uyuşturucu, içki, seks, ve lezzetli yiyeceklerden kendisini men ederek geçirenlere çok acıyorum, onlar hastanede ölüm döşeğinde yatarken neden öldüklerini asla bilemeyecekler'' diyerek önemli bir saptamada bulunmuş!!!
 
Yaşamayı ahlaki bir ödev kabul eden Kant için diyecek bir söz bulamıyorum. belki bu fıkra biraz duygularıma tercüman olur:
Kadın eve gelip kocasını ve en yakın arkadaşını yatakta basınca, arkadaşına döner ve ''Hadi ben mecburum da, senin ne zorun vardı be kadın!'' der.
 
Bir de ölümsüzlük duygusunun herşeyi ertelemek için bir neden olduğu da, ciddiye alınması gereken bir söylem olabilir. Bunu da kısa bir fıkrayla şöyle özetleyebiliriz: Bir adam ve kadın 40 yıldır beraberlermiş. Sonunda adam ''hadi evlenelim!'' demiş, kadın da ''manyak mısın? Bizi bu yaşta kim alır?'' demiş!
 
Ölümsüzlük ve yaşam her ne kadar felsefi kavramlar olarak görünse de, elbette bilimsel değerlendirmeleri konuya dahil etmezsek çok önemli bir şeyi atlamış olacağız. Bilim adamları, yaşam çorbasında (hayatı oluşturan elementlerin tesadüfen ilk defa biraraya geldiği düşünülen doğal kimya havuzu) ortaya çıkan en ilkel tek hücrelinin, bölünerek çoğaldığını (yani kendinden bir tane daha yapıyor), böylelikle ölümsüz olduğunu, ama evrim yolunda, iki cinsiyetli üreme sistemine geçtiğimiz anda, ölümsüzlüğümüze de veda ettiğimizi söylüyorlar.
Yani dönüp dolaşıp yine aynı noktaya varıyoruz. Seks yüzünden ölümlüyüz. Freud da, Shopenhauer da demişti zaten!
 
Yani ölümsüz olamayacağımıza göre ( dünyevi zevkler yüzünden treni kaçırmışız), biz faniler her yaşın değerini bilmeli, ölmeden mezara girmemeli, ya da mezarbaşında fingirdeşmemeliyiz. Yani yaşamın hakkını verelim bari!
Bunu da yine bir fıkrayla özetleyelim: Yaşlı adam göl kıyısına gelince bir kurbağa ona seslenir ''hey ihtiyar baksana beni öpersen, ben çok güzel bir kadına dönüşürüm ve bütün gece sevişebiliriz'', adam kurbağayı alır, cebine koyar ve yürümeye devam eder, kurbağa ''hadi öpsene, sana güzel bir kadın olduğumu söyledim''der, adam cevap verir ''valla bu yaşımda sevişecek bir kadındansa, konuşan bir kurbağaya daha çok ihtiyacım var!''
 
Bugün cenazede, o koca yazıyı görünce ''ibret olsun, bir gün her canlı ölümü tadacaktır, sonunda bize döneceksiniz'' ödüm koptu. Tıpkı uçurumdan düşerken son anda bir dala tutunup ''yardım edin, kimse yok mu'' diye bağıran adam gibi. Tam o sırada gökten bir ışık parlar ve bir ses duyulur ''ben varım oğlum!, gel tut elimi'', adam durur ve tekrar bağırmaya devam eder, ''başka kimse yok muuuu?''
 
Harbiden başka kimse yok muuuuu????

1 yorum: