10 Aralık 2012 Pazartesi

ÇOK EMİR

Geçenlerde bir kaç arkadaş 10 emir konusunda kızamıksal bir tartışmaya girmiştik. Şunu yapmayacaksın, bunu yapmayacaksın! diye 10 emri, kendi kıt bilgimiz çerçevesinde sayalım derken, yapılmaması söylenen bir çok şeyi, büyük bir zevk ü sefa içinde yaptığımızı görüp, kendi 10 emirlerimizi şöyle bir masaya dökelim dedik!
 
Ben kendi adıma ''öldürmeyeceksin'', ''can yakmayacaksın'' ve ''paylaşacaksın'' dan sonra, yapılması ve yapılmaması gereken ve mümkün olan, hiç bir şey bulamayarak masanın en ahlaksızı konumuna düşüverdim. ''Kardeşim bu ne genişliktir, üç beş kural daha koy, üç tane emir mi olurmuş!'' nidaları arasında kendimi sıka sıka sonunda ağzımdan ''adil olacaksın'' diye bir cümlenin çıkmasıyla kendimi dipsiz kuyuda buluverdim. Zorlayınca insan böyle boka batıyor işte!
 
Şimdi adil olacaksın ''emri'' beni niye bu duruma düşürdü? diye siz kendi kendinize soruyor olabilirsiniz. Hayatta söylediğimiz, kendimize veya başkalarına yakıştırdığımız bir çok sıfatın, aslında çoğunlukla laf kalabalığı olduğunu düşünen biri olarak, size bunu açıklamak da elbette boynumun borcu olur.
Şimdi bu adam çok dürüst dersiniz de, o adamın bazen kendine bile dürüst olamadığını defalarca görürsünüz. Herkesin duruma göre, koşullara göre kendi sıfatlarından arındığı ve sapıttığı anlar varken, insanlara genellemeler yaparak kelimeler yapıştırmak çok anlaşılır değil elbette. Sonuçta ''adil olacaksın'' deyince de arkasından ''neye göre, kime göre, ne zaman vs gibi bir sürü soru gelince kendi kendimi köşeye sıkıştırmış biri olarak, bir yerlerden kafayı çıkartmam gerektiğine karar verdim.
 
Dünyada insanın hak olarak gördüğü şeyleri tanımlayan, dinden başla, ideolojiden gir, kültürden çık, o kadar alan varken kimin hakkından, kimin adaletinden bahsetmek gerekir, gerçekten bu kocaman bir muamma olur! Bir de işin içine kişisel dürtülerimiz, duygularımız, ilişkilerimiz ve menfaatlerimiz karıştı mı, hele bir de ''rasyonalizasyon''(kendince mantıklı bir açıklama bulma) gibi, insan türünün bence en önemli varoluş silahını da bunlara ekleyince, ortada adalet tek dişi kalmış bir fare bile etmez!
 
Bir kral kendi kurallarını tanımlar ve adaletini ona göre kurar. Uyanlara adildir uymayanları yakar. Burada adalet tutarlılıktır. Aynı suçu işleyene aynı cezayı verirse adil hükümdar olur. Ama kurallar ne kadar adildir? Kralın keyfi ''yoğurt yemeyeceksin!'' kuralını çiğneyen her kişiye aynı cezayı vermesi onu adaletli yapar mı? Ya da yoğurdu sırf krala gıcıklık olsun diye yiyenle, açlıktan ölmemek için yiyen arasında bir fark yaratır mı?
 
Günlük ilişkilerimizde herkes kendi kendinin kralıdır. Hepimizin ilişkilerimizde kullandığımız, yapılması gerekenler ve yapılmaması gerekenler diye, kafamızda alt metinlerimiz vardır. Ama hepimiz tutarsız krallarızdır. Bazen işimize gelir görmezden geliriz, bazen duygularımız işin içine girer, sevgimizden tepki veremeyiz. Ya da tam tersi aşırı tepkiler veririz. Adalet zaten sübjektifken ve bir de tutarsızken, o zaman nasıl ve hangi durumda güvenebiliriz? Tüm bunlara rağmen güvenme ihtiyacımız o kadar fazladır ki, kafamızda kişiye ait bir öngörü şeması oluşturmaya çalışarak, onun adaletini anlamaya çalışırız. Bu konuda asla anlayamayacağımız tamamen keyfi ve bencil bir adalet anlayışına sahip kişiler de çıkar karşımıza mutlaka, o zaman da onlara güvenmemeyi seçer, adaletsizlikten olabildiğince daha az yara alırız.
 
Adalet tutarlılıktır derken, kralın yoğurt yemeyeceksin emri karşısında verilecek cezada tutarlı olması onu adil yapar mı diye sormuştum ya, tabi ki yapmaz! Yoğurt yemeyeceksin kralın keyfi kuralıdır çünkü. O zaman söylediğim şeyle çelişirken, bu çukura iyice battığımı düşünmeyin, bir yolunu bulur çıkarım elbet! Keyfi olmayan kural var mıdır peki? Sana doğru bana yanlış olmayan, sana iyi bana kötü olmayan, sana yararlı bana zararlı olmayan şeyleri bulmak her zaman mümkün olabilir mi?
 
İşte tam burada işin içine biraz empati (kendini başkasının yerine koyma, onun gibi düşünmeye ve hissetmeye çalışma), biraz vicdan giriyor. İnsanlar ise, maalsef genellikle bu empati ve vicdan konusuna yeteri kadar kafa yoramadıkları için, din, ideoloji, ahlak vs. gibi yazılı metinlerle, sana uydu bana uymadı, bugün uydu yarın uymadı demeden, ezbere adaleti giymeye çalışıyorlar. O zaman da adalet güvenin temeli olmaktan çıkıp ancak mülkün temeli olarak varoluyor.
 
O yüzden düşünüp düşünüp üç emirde karar kıldım: ''öldürmeyeceksin, can yakmayacaksın, paylaşacaksın!'' Gerisi herkesin kendi vicdanına kalmış...

30 Nisan 2012 Pazartesi

HAKLI ÇIKMA SANATI...

Son zamanlarda okuduğum muhteşem kitabın adı ''Eristik Dialektik''. Öyle adına bakıp ürkmeyin hiç de anlaşılmayacak veya sizi felsefenin derin sularında boğacak bir kitap değil. Adının fiyakasının yanısıra, tam da günlük yaşamın yansıması ''reality show'' tadında bir okumalık. Kitabın adının açıklaması olarak ''Haklı Çıkma Sanatı'' da diyebiliriz. Yazan kendi şahsına münhasır, pek karamsar, pek açıksözlü, ama dünyanın nimetlerinden pek faydalanamamış olmanın getirdiği öfkeyle, pek saldırgan filozofumuz, yüce üstat ''Schopenhauer'' beyefendi.
 
Bilen bilir belki ama, bu sevgili filozofumuz küçük yaştan itibaren özellikle annesi tarafından maruz kaldığı sevgisizlik sonrasında, kimseyi sevmeyeceksin!, hiçbirşey beklemeyeceksin!, hiçbir şey arzulamayacaksın! vs gibi, onemirvari bir liste çıkararak, okuyanları ''bari ölelim, bu hayat yaşamaya değmez!'' modunda bir ruh haline sokmuş ve hayattan bezdirmiştir; ancak biraz derine dalıp, o derin zekanın keşfettiği gerçekleri yakalamaya başladığınızda da, ''vay be! bu adam hayatın sırrını çözmüş, onunla ciddi ciddi dalga geçiyor'' kıvamına gelirsiniz ki, benim bu kitabı okurken hissettiğim durum da tam olarak budur.
 
Kitaba gelince, hergün yaptığımız sakin veya şiddetli, ılımlı veya ateşli bir sürü tartışmada bilinçli veya bilinçsiz olarak kullandığımız bir sürü taktiği oturup, çıkarıp, hesaplayıp yüzümüze vuran, bunu yaparken de, yüzsüzlüğümüzle dalga geçmemize neden olan son derece değerli bir çalışma. Açık açık, haklı olup olmamanın veya adaletin bir boka yaramadığını, önemli olanın sıradan insan için, ki hepimiz aynı kategoriye giriyoruz, tartışmadan galip ayrılmak olduğunu, zavallı egolarımızın tartışmalarda yenilmeyi kaldıramayacak kadar kırılgan olduğunu öyle güzel anlatıyor ki, basitliğimizle barışıyor, hırsımızla yüzleşiyor, bir de üstüne üstlük bundan hiç de utanmıyoruz.
Yani kısaca bu kitap için söyeleyebileceğim en önemli şey, hiç de ''politically correct'' (politik olarak doğru, diplomatik, ortayolcu, tavşan boku gibi ne akar, ne de kokar, kibarlık için kasan, bir yöntem ve konuşma şekli) olmadığıdır.
 
Kitabın içinde bölüm bölüm tartışmadan galip çıkma taktikleri anlatılmış, öyle ki, nerede yalan söylenmesi gerektiği, nerede yanlış kanıt sunulması gerektiği, nerede psikolojik baskı yapılması, nerede çekip gidilip (karşı tarafı piç gibi bırakıp), nerede anlamazdan gelinmesi gerektiği süper bir şekilde belirtilmiş. İşin enteresan tarafı, konuyu böyle ortaya koyunca çok çirkin görünse bile eminim herkesin mutlaka tartışma sırasında, zaman zaman uyguladığı bu taktiklerin işe yarıyor olması. Ama tabi ki üstat bu konuda kitabın sonunda gerekli uyarıyı yaparak, bu işe yarayan taktiklerin aslında genel bir kendini kandırma durumu olduğunu, komplekslerimizi yatıştırmaktan ileri gitmediği, o gün eve gelen ekmek misali karnımızı doyurduğunu, ama hayatımızı güvenceye almadığını anlamamızı da sağlıyor.
 
Özellikel son hile olarak anlattığı ''kişiselleştirme'' de geldiği nokta, tıpkı bir chef d'oevre, bir masterpiece, bir başyapıt!..
 
Diyor ki üstat,''..tartıştığınız kişinin üstün olduğunu görüp, haklı çıkacağını anladığınız zaman, işi kişiselleştirerek hakaret, saygısızlık ve kabalığa başvurabilirsiniz. Tartışma konusundan uzaklaşın çünkü orada oyunu kaybetmişsinizdir, tartıştığınız kişinin üzerine saldırın, konuya ait argümanlar üretmekten vazgeçip, karşınızdaki kişinin kişiliğine ait argümanlar geliştirin. Bu zaten herkesin çok kullandığı bir yoldur çok sevilir. Neredeyse bütün tartışmalarda vardır.  Peki biri size bu yöntemi uygulamaya kalktığında ne yapacaksınız?...''
 
Schopenhauer de herkes gibi aynı şekilde karşılık vermenin sonunda karakolda ve gazetede 3. sayfa haberi olarak biteceğini bildiği için bu yöntemi önermiyor. Onun yerine karşı tarafı çıldırtacak bir soğukkanlılığa bürünerek ve onun kişisel sataşmalarını duymazdan gelerek konu hakkındaki zaferinizin tadını çıkarın diyor.  Tabi bunun karşı tarafı çıldırtacağını da bildiği için, kibirinin tatmin edilmediği durumda, kendisine hiçbir haksızlık yapılmamış bile olsa, sadece tartışmada yenildiği için, işi kişiselleğe döken insanın ciddi bir yara alacağını, insanların ancak kendilerini başkalarıyla kıyaslayarak kibirlerini tatmin edebildiklerini, tartışmada yenilmenin bu insan için zihinsel gücünün başkalarının altında kalması anlamına geldiğini ve saldırmaya devam edeceğini söylüyor.
 
Eğer ortaya çıkacak olan bu kadar stresle başedemeyecekseniz en güzel yolu da tarif ediyor: ''İlk karşına çıkanla tartışma! Yalnızca iyi tanıdığın, saçmasapan şeyleri savunmayacak kadar anlama yetisine sahip olduğunu ve utanılacak durumlara düşmeyeceğini bildiğin kişilerle tartış! Otoritenin veya kendi egosunun dikte ettiklerine göre değil, nedenlere, gerekçelere dayanarak tartışmayı sürdürenlerle, sunulan nedenleri dinleyip dikkate alanlarla ve nihayet gerçeğe ve adalete, karşı tarafın ağzından çıkıyor olsa bile değer veren, kendisinin haksız olduğunu kabul edebilecek kadar adil olanlarla tartış. Demek ki, 100 kişi içinde tartışabilecek ancak 1 kişi bulursun, olsun sana yeter. Diğerlerini bırak onlar kendi aralarında konuşsunlar, bırak onlar kendi yanılgılarında anlaşsınlar. Sonuçta Voltaire'in dediği gibi: ''La paix vaut encore mieux que la verité'' (Barış hakikatten daha değerlidir)...

17 Şubat 2012 Cuma

DÜNDEN BUGÜNE AŞKA BAKIŞ:)

Sevgililer günü nedeniyle midir nedir, çok fazla aşk muhabbetine maruz kalmaktan dolayı dayanamadım, içimdekileri dökeyim dedim. Zaten arada sırada bu konuyla ilgili yazmışlığım vardır, ama bu sefer, biraz iğne çuvaldız hesabı yapıp, aşk yanlışları!!! üzerine konuya girmek istedim. Konu başlığına bakıp, teorik kavramsal bir inceleme bulacağınızı sanmayın, tamamen sübjektif ve tamamen duygusal! bir yazı oldu bu...

42 yaşına gelmiş bir kadın olarak, bugün aşktan anladığımla, yirmi yıl önce aşktan anladığım arasında çok ciddi fark var. Bunun olumlu bir şey olduğunu, yaşlandıkça olgunlaştığımı düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Yirmi yıl önce aşktan anladığım şey, sanki kulağa daha olgun ve ayakları yere basan bir durum yaratırken, bugün anladığım şey ise tam bir keyif kaosu, coşku felaketi, tutku curcunası, heyecan çelişkisi falan filan, bilmem anlatabiliyor muyum?

20 yaşındayken, sevgilileri, kendilerine romantik sürprizler yapan, çiçekler, hediyeler alan arkadaşlarım vardı. Gözümle hiç de tutmadığım bu sevgilileri, paranoyakça bir düşünceyle eleştirir, hatta durumu ''sevgilisine böyle bir şey yapma ihtiyacı duyuyorsa, kesin sakladığı bir şey vardır, yoksa aldatıyor mu?'' noktalarına bile vardıracak kadar ileri gidebilirdim. Çünkü gerçek sevginin hiç bir şeye ihtiyacı yoktu, bana göre, hatta söylemeye bile! Cahillik işte! Bu şekilde düşünüyor olmanın, kedinin ulaşamadığı ciğere mundar demesinden mi, yoksa, ''akıllı kadınları yaptığın güzel şeylerle kandıramazsın'' kompleksinden mi kaynaklandığını, şimdi pek de analiz etme imkanı yok. Hepsi de olabilir tabi ki.

Sonuçta süprizsiz, hediyesiz, çiçeksiz ve de, bildik o biçimsel romantizmden tamamen uzak aşkları seçerek ve yaşayarak, kendimi çok değerli kıldığıma inanıp, muhtemelen karşı tarafta da, ''ne harbi kadın yahu! hiç biçimsel gösterişlere metelik vermez, tav olmaz, helal olsun'' düşünce tarzının gelişmesine ve yerleşmesine de sebep oldum. Büyük başarı gurur duyuyorum kendimle!!!

Sevgi ve saygıda kusur edilmeden, hayat içersindeki ihtiyaçların karşılandığı, dürüstlük ve güven dolu ilişkileri sayfa başlarına yazarak, sonraki cümleleri de hep kopyalayarak aşkı yaşayıp, bununla da mutlu olmak, işte, yirmi yaşında keşfedilen, bilinen ve tercih edilen aşk düşüncesi tamemen bu kadar aklı başında ve başarılıydı.

Sonra geldik 42'ye ve birden ergen damarları mı gevşedi, yoksa aşkı bu kadar küçümsemiş olmanın acısı mı çıkmaya başladı nedir, bilmiyorum, düşüncelerde bir sapma bir bozulma olmaya başladı ki, insanın o yirmi yaşındaki aklı selim halini yanına çağırıp, ondan bir nutuk dinleyesi geldi.

Dün akşam izlediğim bir dizide sevgililer gününü kutlamak için sevgilisiyle bir akşam yemeği programı yapan çok yoğun bir kadın cerrahın, işinden dolayı bu yemeğe yetişememesi, ama onun bu durumunu anlayan sevgilisinin, gecenin 11'inde mumlar, şarap ve çok özel bir menü ile doktor odasında bir masa hazırlatarak yine de o geceyi kutlamalarını sağlaması, tarafımca eskiden ''göz boyamacı, boş romantizm'' olarak ifade edilirken, bugün gözlerim dolu dolu ''ayy! ne romantik!'' dememe neden oluyorsa, gerçekten ya bir nutuğa, ya da sıkıca bir sarsılmaya ihtiyacım var demektir.

Elbette ''kapitalizmin, tüketim toplumunun, senin saf duygularını materyalist ifadelere yenik düşürmesine izin verme!'' diyecek çok aklı başında arkadaşlarım da olacaktır. Hepsine birden maalesef, ''hadi leeeennn!'', diyeceğim kusura bakmayın, çünkü her türlü saf duygumun artık bu biçimselliğe yenik düşmesine izin verecek kadar direndiğimi ve hayatın, ilişkilerin bir tek çiçekle bile maddeleştiğinde, çok daha farklı bir boyutta yaşanabildiğini düşünüyorum. O yüzden yirmi yaşındaki idealist halimin söyleyeceklerine maalesef şu an için karnım tok!

Son olarak bugün gazetede okuduğum bir yazıyı da paylaşmak istedim. Gustave Flaubert'in sevgilisi Louise Colet'ye yazdığı 1846 tarihli bir mektuptan alıntılanmış kısa bir bölüm, belki de bugüne kadar okuduğum en içimi gıcıklatan aşk ifadeleriydi: ''Seni ilk gördüğüm yerde aşkla, coşkuyla ve öpücüklerle sarmalayacağım. Seni bayılıp ölene kadar bedenin bütün şehvetleriyle tıka basa doyuracağım. Yaşlandığında bu birkaç saat aklına düşünce, neşeden kemiklerinin titremesini istiyorum''

Daha başka ne denebilir ki!!!