10 Haziran 2011 Cuma

KEŞKE YETERİNCE SEVİLSEYDİK!

Yazı yazmaya biraz meyilli insanların yazma rutinleri oluşuyor bir süre sonra. Bence bu rutinler, sanki parmak izi gibi, herkeste bambaşka bir şekilde ortaya çıkıyor. Kimisi sabah gözünü açar açmaz, gece rüyasında gördüğü diğer hayatın izlerinin tazeliği ile, kendini yazısının başında bulup yazmaya başlarken, kimisi de, şöyle bir güzel sabah kahvaltısı, ardından da sabah kahvesi ve keyfi sonrasında, oturuyor yazısının başına.
Benim yazmayla ilgili mücadelem ise hep uyku ve uyanıklık arasında oluyor. Gözlerim kapanmak üzereyken aklımdan cümleler geçmeye başlıyor, bir gayret, ''bari şu cümleleri bir yere not edeyim, uyanınca şöyle aklı salim bir kafayla yazarım'' derken, o notlar birbirini takip etmeye başlıyor. İşin en kötü tarafı ise, bu not alışlar sırasında bir türlü uykum kaçmıyor, halbuki kaçsa, ben de adam gibi notları arka arkaya sıralamak yerine, onları kendimce düzgün cümleler ile bağlayıp bir yazı oluşturacağım ve en azından kendi yazı rutinimi tarif ederken ''ben geceleri yazıyorum azizim, gündüz aklım hiç bir şeye işlemiyor'' gibi havalı ve de özel cümleler kurabileceğim.
Neyse, sonuçta geceleri uykulu notlar alan, sonra da gündüz bulduğu abuk sabuk zamanlarda o notlarla uğraşan, hatta uyku sersemi alınan notları da,  çoğu zaman ''ne alaka yahu bu şimdi!'' merak halleriyle  çözmeye çalışan benim için, böyle havalı cümleler maalesef işe yaramıyor.
Şöyle uzun uzun konuya girerken, aslında yaptığım, ''yazmak için uykuyla mücadelem'' diye aldıığım bir notun, biraz sonra yazacağım cümlelerle hiç bir bağlantısının olmadığını farkederek, bir bağlantı oluşturabilmek adına debelenme girişiminden başka bir şey değil... Notu almışım o kadar, gecenin bir körü, uyku sersemi boşa mı gitsin yani!
Yazmak istediklerim aslında şu aralar okuduğum Ece Temelkuran'ın ''İkinci Yarısı'' adlı kitabından kafamda kalan bazı ifadelerle ilgili. Bunlardan bir tanesi çok takıldı kafama bugün:
''Kimse yeterince sevilmedi çocukluğunda, çünkü insanlık henüz yeterince sevmek diye bir şeyi keşfedemedi'' diyor Ece Hanım kitabında.
O yüzden de hiçbirimizin çocukluğunun süper olmadığını söylüyor. Çok düşündürdü beni bu sözler.

Yaşadıkça ve insanları başka başka görmeye başladıkça, hepimiz arıza, hepimiz yaralı, hepimiz ne kadar eksiğiz düşüncesi uzun zamandır benim de aklımı kurcalıyor. Belki de bu içe dönüş ve arıza dedektörü durumu bu yaşlarda başlıyor. Köprüden önce son çıkış misali, arızanın bir nebze olsun giderilmesi için de son şansın diyor hayat. Daha gençken arızanı anlayabilecek kadar tecrüben yoktu, daha çok yaşlanınca da, arızanı çözecek enerjin olmayacak, ha şimdi hallettin hallettin, olmadı bir bardak soğuk suyla, hem sen, hem yakınların için oldukça zor bir yaşlılık bekliyor seni!
''Bu arızaların sebebini boşver , nasıl çözebiliriz onu düşün!'' sürecinden çıkıp, ''ya biraz da sebeple boğuşalım bakalım!'' sürecine geçişim de, benim biraz bu ''yeterince sevilmedik'' ifadesiyle gerçekleşti. İlla ki yeterince, hatta fazla bile sevildiğini düşünen arızalar vardır etrafta, onların da arızaları inkardır zaten, o yüzden gülüp geçip, bizi niye kimse yeterince sevmediyi deşmek şu anda bana çok daha enteresan geliyor:)
Alamadığımız sevgilerle, eksik kalan kişilik değerlerimiz yüzünden, yaşamın her eksiğini kendi kendine doldurmak zorunda kalan yorgun egolarımız, sonunda,  doz doz narsistler olarak etrafta dolaşmamıza neden oluyor. Yeterince sevilmek diye bir şey olsaydı acaba, bu yetişkin arızalarımız tamamen ortadan kalkabilir miydi diye düşünüyorum.
Yeterince sevilmiş olsaydık, herkese güvenebilir miydik acaba? Yaşamadığımız güvensizlik sorunlarının, yaratmayacağı zaman kaybı ve hayal kırıklıkları ile acaba çok daha yeni model bir insan olabilir miydik?
Yeterince sevilmiş olsaydık, tatminsizliklerimiz olmadan bardağın kalan boşluğunu sürekli tamamlamak uğruna deli gibi heba eder miydik kendimizi?
Yeterince sevilmiş olsaydık, korku üretmeyecek olan kişilklerimiz sayesinde, daha sakin, daha toleranslı ve kıskanmayı bilmeyen yaratıklar olarak bir tür oluşturabilecek miydik?
Yeterince sevilmiş olsaydık, kendimizi olduğumuz gibi görmeye ve kabul etmeye katlanabilir miydk acaba?
Yoksa insan asla yeterince sevilemeyecek mi? Bu da bizim üretim hatamız mı? Çünkü sevgi kendi içinde bir açlık ve bağımlılık yaratan bir şey mi? Açlık ve bağımlılık yaratan bir şeyin kendi kendine bir doyum üretmesi mümkün değil mi? Tanımlanan bir yeter noktası asla olmadığı için eksik sevgilerimizle yaşamaya mahkum üretim arızaları olarak acaba ne kadar süre kullanılabileceğiz?
Notları bağlaya bağlaya hepsini bitirmişim. Bunlardan sonra uyku galip gelmiş, iyi ki de öyle olmuş, ya olmasaydı? Ya ben sabaha kadar bu soruları sormaya devam etseydim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder