28 Ocak 2011 Cuma

Math 101

Duyduk duymadık demeyin! İlişkilerin sihirli formülünü buldum! Evreka!
Z/M : Z<M önermesinde Z ne kadar eksi sonsuza, M ne kadar artı sonsuza yaklaşırsa, ilişki o kadar verimli, keyifli ve sürdürülebilir olur. Tersi olduğu durumda ise ilişkiniz ayvayı yemiş demektir. Şimdi size hiç bir şey ifade etmeyen bu harflerin bir açıklamasını vermek gerek tabi ki:
Z: Zorunluluk (İlişkide bulunmasaydınız asla yapmayı düşünmeyeceğiniz şeyleri kapsar)
M: Mutluluk (İlişkide bulunmasaydınız asla yapmayı düşünmeyeceğiniz şeyleri, yaparken duyduğunuz mutluluk hissini ifade eder)
 
Herşey bu kadar basitken, sayfalarca kitaplar okumaya, kişilik çözümlemeleri yapmaya, erkekler marstan, kadınlar venüsten tarzı uçmalara, beynimize elektrodlar takıp, aşk halinde hangi bölgelerimizin yanıp tutuştuğunu görmeye artık gerek yok. İlişkinizdeki heşeyi bu formüle oturtup, sonra buna rakamsal değerler verip, ilişkinizin gidişatını görebilirsiniz. Bu kadar basit yani!
 
Bugün biraz feleğini şaşırmış bir ''Güzin Abla'' modunda olduğumun farkındayım, ama bu kadar matematiksel olarak gerçekliği ortada bir çalışmayı, onun bile inkar edemeyeceğini düşünüyorum!
 
Tabii, bu konunun kişisel yanılsamalar boyutu da var! Einstein'ın görecelik kuramından beri, herkesin her formüle kendi değerini koyma hakkı çıktığına göre, benim formülümdeki Z ve M'lerin gerçeklik değerleri de kişisel olacaktır. Daha açık olmak gerekirse, kocasının hergün çamaşırlarını yıkayan kadıncağız, bundan ne kadar mutluluk duyduğu konusunda kendisini ikna edebilir. Bu ikna sonucunda mutluluk duygusu hissedebilir. Size göre adamın donunu yıkamanın mutluluk verici bir tarafı olmasa da, sözkonusu kadına göre bu hayatının en mutlu olduğu anı olabilir. Ama sonuçta formül değişmez. Don yıkama Z'dir ama, M artı sonsuza yaklaştığı için, Z'nin sayısal değeri ihmal edilebilir.
 
Lisedeki matematik hocalarımın gözlerini yaşartacak kadar konuya hakimmiş gibi görünen bu halim, pek yanıltıcı olmasın. Ben matematiği doğaçlama yaşayan bir insanım.
Matematiğin soyut zekamızın disipline edilmiş hali olduğunu düşünüyorum. Bunun iyi tarafları var elbet. Bu sayede, uçup kaçmadan bir şeyleri kafada canlandırıp, sonrada bunların somut çıktılarını hayatta alabilmek gibi. Buna örnek olarak teknolojiyi verebiliriz. Ama matematiğin bu askeri disiplin durumu, bizi bir ayağımızdan yere bağlarken, diğer yandan gökyüzünde keşfedilebilecek olasılıkları azaltmıyor mu? Yani, demem o ki, bu disiplinden biraz uzaklaşmasa, acaba Boris Vian Günlerin Köpüğünü yazabilir miydi acaba? Benim matematiği doğaçlama yaşama durumum da buradan geliyor. Allahtan birileri çıkıp da, 2+2=4 ama sana göre, bana göre 5 olabilir diyor. Yoksa hayat çekilebilir miydi?
 
Ben hayatımızda, matematiğin olmasından çok mutluyum, eğer simgelerle anlaşma şeklimiz sadece dil ile olsaydı, vay halimize! Bir kelimenin anlamı için bile herkesin kendi yorumu olduğu bir dünyada, en azından uçakları uçuran 2'ler, 5'ler 10'lar var. Bir de benim gibi, matematik üzerinde sörf yapıp, göreceli formüllerle hayata dalanlar var. Pek güvenli değil, bir hesap hatası yaparsanız boğulursunuz ama olsun, heyecanı yeter. Arada boğulsak bile, bir arkadaşımın dediği gibi nasıl olsa ölümsüzüz, yeterki buna inanalım, bir formül uydururuz elbet...

9 Ocak 2011 Pazar

SENİNLE İKİ DAKİKA!

İKİ, dakikada neler olur biliyor musunuz? Mesela bu yazıyı okumak, tam iki dakika sürse, veya birisi saçınızı iki dakika boyunca çekse, veya iki dakika boyunca kırmızı ışık yansa, veya iki dakika nefesinizi tutsanız!, birileri size iki dakika boyunca elektrik verse, veya ben iki dakika boyunca böyle örnekler vermeye devam etsem!!!

Dün bir dergide okuduğum bir yazıdan beri, bu iki dakika olayına feci takmış durumdayım. Sadece negatif tecrübeler açısından değil de, pozitif tecrübeler açısından da düşünebiliriz. Mesela lunaparkta en çok binmeyi sevdiğiniz alete, sadece 2 dakika binebilseniz, ya da serbest atlayışınız iki dakika sürse, ya da, kaydıraktan kayarken iki dakikada yere ulaşsanız, veya orgazmınız iki dakika sürse, ya da iki dakika boyunca sözünüzü kesmeden konuşmanıza izin verseler!..

Tabi ki, iş pozitif deneyimlere geldiği zaman, iki dakikanın nasıl geçtiğini anlamayız ve bu bize dünyanın en kısa süresi gibi gelebilir, ama bir de kendinizi, iki dakika boyunca filistin askısına bağlı ve bir yandan da uygunsuz bir tarafınızdan elektrik verilecek (bunun uygun bir tarafı var mıdır ki, zaten!) gibi düşünün, o iki dakika bir ömür olur ve sonunda hayat biter. Einstein da, görelilik kuramını buna benzer bir ifadeyle tanımlar: ''Elinizi sıcak bir sobanın üstünde bir dakika tutsanız, size bir saat gibi gelir. Güzel bir kızın yanında bir saat otursanız, bir dakika gibi gelir. İşte görelilik budur!''

Şimdi, baştan beri bu iki dakika geçer geçmez muhabbetine takılmamın sebebi, ıstakoz pişirmenin ve yemenin inceliklerini anlatan bir yazıda, yazarın, daha doğrusu tarifleri veren şefin, ''çok bilinen bir yanılgıya'' açıklık getirme çabasıydı. Efendim, ıstakozu canlı canlı kaynar suya attığınızda, pişerken çıkardığı sesler ve vıyk vıyklar, onun acı çığlıkları değil, kabukları arasına sıkışan havanın, kaynar su içine girince çıkardığı gıcırdama sesleriymiş. Çünkü ıstakoz, kaynar suya atıldıktan ''iki dakika'' sonra ölürmüş! 

Beni, canlı canlı kaynar suya atarsanız, sanırım çığlıklarımı iki dakika falan duyamazsınız, ses tellerimin o kadar dayanabileceğini sanmıyorum. Muhtemelen, kalın kabukları sayesinde, ıstakozun kaynar suda ölme süresi, biz insanlarınkinden herhalde daha uzundur. Öldükten sonra, bizim bir taraflarımızda sıkışmış havanın ne gibi sesler çıkaracağını da bilemeyiz. En fazla bildiğimiz sıkışan havanın suyun dışında, havaya karıştığında çıkan sesler ki, onlar da pek hoş değil tabii!

Bu durumda vicdanımızı rahatlatıp ıstakoz yerken, hayvanın görelilik kuramını ve buna ait farkındalığı bilmediğini düşünerek rahatlayabiliriz ve alt tarafı iki dakikayı, ıstakozu yiyip bitirene kadar geçen o kısacık süre olarak kabul edebiliriz.

Ya da, dünyanın en vahşi hayvanı olarak, bu kadar canlıyı binbir çeşit muamele ile öldürüp yemeği bir sanat haline getirmeyi başarmışken, buna kılıflar uydurup ''alt tarafı iki dakika canım sonrası hava cıva'', geyiği yapmadan, harbi harbi ne yediğimizi, nasıl yediğimizi ve neden yediğimizi kendimize itiraf edebiliriz. Ne yani, o ıstakoz da, adam olup yakalanmasaydı kardeşiiimmm!

6 Ocak 2011 Perşembe

AMAN EZBERİNİZ İYİ OLSUN ÇOCUKLARIM!

''Yeni yıla öylebir yazıyla başlamalıyım ki, farklı bir anlamı ve duygusu olsun!'' stresiyle beklerken, bir türlü yazamadığımı, çünkü yeni yıla ait farklı bir anlam ve duygu üretemediğimi gördüm. Her ne kadar bütün kahve fallarımda ''bu yıl senin yılın, yaşadın!, en mutlu sen olacaksın!, en çok para sen kazanacaksın!, en iyi tatillere sen gideceksin!, ayrıca seni bu yıl üç büyük aşk bekliyor! (insan bir aşkla yerlerde sürünürken, ben üç aşkla kesin ölürüm), gibi kehanetler çıksa da, alt tarafı bu yıl 2011, yani soldan sağa toplasan 4 eder, 11'den iki çıkarsan 9 ve 20'den 11 çıkarsan yine 9 gibi anlamsız bir yıl! Mayalar da bu yılda bir anlam görememişler ki, takvimlerini bir yıl daha uzatıvermişler! Sonuçta bir duygu seline kapılmadan neler yazabilirim diye düşünürken, imdadıma benim veletler yetişti. Şu ara büyük kızımın sınav dönemi. Her gün bir dersten sınav olurken, sorumlu (dikkat lütfen sorunlu değil!'') ve iyi anne misali, ben de yardım ediyorum. Ama sonuç büyük olasılıkla bir felaket olacak gibi görünüyor!
 
Sosyal bilgiler sınavı öncesi konularını çalışırken ''Atatürk ilkeleri'' başlığı altında ''devletçilik'' ilkesinden başlayıp, işte devletin ekonomiyi yönlendirmesidir, halkı bireylerin eline terketmemesidir, okul açar, hastane açar, doğal kaynakları kontrol eder falan derken, ama tabi bugün özel hastane sayısı devlet hastanesi sayısını geçiyor, eh bir de özel okullar var tabi, bu arada devlet arazileri teker teker bireylere satılıyor falan diye anlatmaya başladığımda, konunun gitgide kapitalist sistemler, sosyalist yapılar ve komünizm açılımlarına yönelmesi, yolsuzluklardan girilip, liberallikten çıkılması sonucunda, kendimi kızıma Kübayı falan anlatırken buldum. Masal dinler gibi anlattıklarımı dinleyen kızım, ''yani oralarda kimsenin havuzlu evi yok mu?'' diye sorarken, ''ama sokakta aç dolaşan çocuklar da yok'' diye duyunca, havuzunun o kadar da önemli olmadığını anladı ama, niye parası olanın yaşayabildiği, olmayanın öldüğü bir sistemin hala bu dünyada varolduğunu tabi ki anlayamadı. ''Belki dünya çok kalabalıktır ve ondandır, aslında bu da bir çeşit doğal seçilim olabilir mi, acaba?'' diye konuşurken, ''anne, şimdi ben Atatürk'ün devletçilik ilkesini yazarken Kübayı mı anlatayım yoksa doğal ''keçilimi'' mi! diye sorduğunda, aklım başıma geldi ve önce ''seçilim'' diye düzeltip, ''kitapta yazanı anlama boşver, ezberle!'' diyerek, milliyetçilik ilkesine geçtim.
 
Bu başıma daha da büyük işler açtı. Milliyetçiliğin insanları ötekine düşmanlaştıran, ırkçılık bazlı bir düşünce olduğunu, ama Atatürk'ün sözettiği milliyetçiliğin bu olmadığını, aman sakın karıştırmaması gerektiğini, milliyeti ne olursa olsun insanların önce insan olduklarını, onları özel kılan şeyin milliyetleri değil vicdanları, empati yetenekleri ve hoşgörüleri olduğunu falan söyledim. ''Ama biz sabahları ''Türküm doğruyum çalışkanım ....'' diyoruz, yani bütün Türkler doğru ve çalışkan değil mi?'' diye sorduğunda, ''hayır canım, doğruluk ve çalışkanlık milliyete bağlı bir şey değildir, insanın kendi özelliğidir'' diye yanıtlayınca bu sefer ''ama anne hani bir türk dünyaya bedeldi?'' sorusunu duymamla, kendimi, bu yüzden çıkmış ırkçılık tartışmalarını, savaşları, ulusların aşağılık komplekslerini, Hitleri, katliamları falan anlatıp, kimsenin dünyaya bedel olamayacağını söylerken buldum. Konudan fazlasıyla uzaklaşmış bir haldeyken, tekrar ''sen kitapta yazanı ezberle ama sakın öğrenme!'' dedim.
 
Ben bunlarla boğuşurken, küçük kızım eve öğrenmesi gereken bir La Fontaine hikayesi ile geldi. Karınca ve ağustos böceği hikayesini herkes bilir. Hikayeyi bana anlatıp ana fikrini söyleyince kanım dondu! Kısaca ''benim uygun gördüğüm şekilde çalışmıyorsa ölmeyi haketmiştir!'' mantığında sonuçlanan hikayede, kızımın da buna ''tembeller ölürler'' gibi bir sonuç çıkarması aslında çok şaşırtıcı değil. Ama allahtan onun, ''ama anne hani bizden yardım isteyenleri geri çevirmiyorduk?'' diye olayı sorgulaması içime biraz su serpti ve bu gazla, ağustos böceğinin toplumdaki sanatçıyı simgelediğini, toplumun da bu sanatın varolması için sanatçıyı desteklemesi gerektiğini, herkesin çalışmasının aynı olamayacağını, yardımseverliğin ne anlama geldiğini, hikayede bir angut varsa onun da karınca olduğunu anlattım. Ama sonra hemen ekledim, ''kızım sen hikayeyi ezberle sakın öğrenme!''
 
Bu arada, büyük kızımın bir gün önceki din sınavı hazırlık kağıdında, ''nasıl her resmi yapan bir ressam varsa, evreni de yaratan bir allah vardır'' cümlesiyle karşılaşıp, peki allah bu evreni neden ve nasıl yaratmış sorusu kızımdan gelince, başladım anlatmaya. Önce evrenin bir resim olmadığını, ayrıca resme benzetilecek bir şey de olmadığını, dolayısıyla bu benzetmenin varolan hiç bir mantık kuralına uymadığını, kısaca elma ile masa karşılaştırması kadar absürd olduğunu, ancak, ''nasıl her masa dört ayaklıysa, elmanın da kabuğu vardır'' cümlesi kadar bir anlam taşıdığını anlatmam gerekti. Arkasından evrenin oluşumunun bilimsel açıklamalarını, evrim teorisini anlatmaya, bunun din versiyonunun sadece bir inanç meselesi olduğunu falan söyledim. ''Peki anne ben sınavda ne yazacağım*'' diye sorunca cevap yine aynı oldu: ''sen kitapta yazanı ezberle ama sakın öğrenme!''
 
Bu gidişle kızlarımın en çok gelişen yönleri ezberleri olacak. Harika birer oyuncu olabilirler diye düşünüyorum. Gerçek duygu ve düşüncelerini gizleyip, ezberlerini de geliştirince, geriye bir tek ''mış'' gibi yapmak kalıyor. Eh onu da önüne gelen yapıyor zaten.
 
Sonuçta anlaşıldı ki, ben kızların derslerine pek yardımcı olamıyorum.