30 Haziran 2011 Perşembe

ŞAŞKIINN BAKSANA BANA; ŞAŞKIINN!

Kendimi şehirde bulduğumun ikinci haftasında, başıma gelenler pişmiş tavuğun başına gelmezdi. Yaklaşık 10 yıldır arabasından dışarı adımını atmayan, ve de, yurdum insanı ile toplu taşıma araçlarını paylaşmayan bir ''elit'' olarak, yeni iş yerimin bulunduğu İstanbul'un kalbinden, her yöne araba ile gitmenin saçmalığını keşfettim elbette. Bu durumda pek sevgili zırhlı aracımın içinden çıkarak, özüme dönüp, halkın içine karışınca, araba öncesi dönemden bir sürü yeteneğimi de bu yıllar içinde kaybetmiş olduğumu görüp, kendimi esefle kınadım. Gençliğimde kazandığım, topluluklar arasında yaşama ve ayakta kalabilme becerimin ne hallere düştüğünü görünce, yine de, kendimi, umutsuzluğa kapılmamak için, ''bu iş bisiklete binmek gibi, iki omuz, bir tekmeyle hemen hatırlarsın'' gibi ifadelerle tekrar motive edebildim.
 
İlk şokumu, metroda önümde yürürlerken, bir yandan da randevu programlarını yapan bir çiftle yaşadım. ''Şimdi 9.38'deki metroya binersek, saat 9.51'de de Taksim'de olursak, 10.04'de ofiste oluruz'' diye geçen dialog sonunda, yıllardır İstanbul trafiğinde araba kullanan biri olarak, herhangi bir ulaşım planını değil dakikalarla, saatlerle bile tutturamayıp, ve bu durumu ''ehh, İstanbul'da yaşıyoruz kardeşim, anlayış gösterilmesi gerek'' gibi son derece genel bahanelerle rasyonelleştirdikten sonra, adapte olmak için bir süre bekleyip kendime gelmem gerekti.
Kendi kendime, bu kendini bilmezlerle dalga geçerken, ''hem nerede yaşadıklarını sanıyorlardı ki bu gerizekalılar, burası İstanbul oğlum, asla hiçbiryere planladığın zamanda varamazsın, bu şehrin güzelliği bu, insanda geç gelmeyi normalleştiriyor işte'' düşünceleri içinde gülümserken, 9.38'de durağa gelen metroya ağzı açık ayran budalası misali bakakalmam bir yana, 9.51'de Taksime varmanın da çok uzak bir ihtimal olmadığını görmüş oldum.
 
Vay anasını, köyden indim şehire misali, Haydarpaşa garından elinde valizleriyle çıkarak, şehir hatları vapurlarına bakıp, hareket halindeki İstanbul'u fethetmeye gelen Şaban durumunda, metro maceralarım devam ederken, kendimi Taksim'den Cağaloğlu'na gitmek ile ilgili bir görev içinde buldum.
Dediler ki, hiç debelenmeyeceksin, füniküler ile Kabataşa inip oradan da metrobüs ile ver elini Sirkeci, veya Sultanahmet! Tek karar vermen gereken Sirkecide inip yukarı mı tırmanacaksın, yoksa Sultanahmette inip aşağı mı kıvrılacaksın, gerisi hava cıva!
Bu mühim konu üzerinde düşünürken, kendimi Kabataş metrobüsünde buldum. Şapşal turist durumunda, ters yöne giden metrobüse binmekten kılpayı kurtulup, doğru araca binmeyi başardıktan sonra, bir koltuğa oturup, ah benim güzel zırhlı aracım, ah canım trafiğim, ah kornalarım diye iç geçirmeye başladım.
 
Tam o sırada, gerçekten fil adam filmini aratmayacak derecede deforme uzuvları ve yüzü olan bir amcanın kendini metrobüse atıp, bir kadıncağızın yanına oturmasıyla beraber, düşüncelerimde de bir durulma oldu. Kadıncağız adamın görünüşünden oldukça ürkmüş olacak ki, bir süre sonra kendini dışarı attı. Kadının kendisinden uzaklaştığını anlayan adamcağız, uzun uzun arkasından bakarken, ve yanına görüntüsünden çekinip de oturmayanlara, zar zor çıkarabildiği seslerle ''burası boş oturun''  diye bağırırken, ''acaba kalkıp adamın yanına otursam, insanlar da benim yerime otursa, böylece zavallı adamcağızın sorununu da çözsem'' diye iyilik meleği pozisyonuna girmek üzereydim ki, bir turist beycik bu amcanın yanına attı kendisini. ''İşte'' dedim kendi kendime, şu yabancılar kadar olamıyoruz, tüm kavgamız görsellikle, işte böyle dışlıyoruz herşeyi'' falan diye, tekrar yurdum insanından hemen kendimi soyutlayarak cıkcıklamaya başladım. 
 
Herşey fil görüntüllü adamın yanındaki turiste tekme tokat girişmeye başlamasıyla bir anda dondu kaldı! Gaipten sesler de duyan ve aynı zamanda maalesef zekasal da özürü olan bu talihsiz adam, bir yandan yanındaki adama vuruyor, bir yandan da susmasını söylüyordu. Neye uğradığını şaşıran turist, ne söylendiğini anlamadığı gibi, kollarıyla kafasını yüzünü kapatarak darbelerden korunmaya çalışıyordu. Bizim sorunlu amcamız sonunda durup kendini başka bir koltuğa attı ve turiste hakaretler yağdırmaya devam etti. Arada ''oraya gelirsem, ....'' vari seslenişlerle de, bu işi tam da bitirmediğini anlatıyordu. Turiste durumun tercümesini yapmak ve zavallının ''mentally retarded'' olduğu ile ilgili bilgi vermek de yine bendenize düştü.
 
Hala, turist bey beş on saniye daha yavaş davransaydı, o tekme tokatların benim başıma patlayacağını ve kendini zırhlı aracından halkın içine attığı ilk gününde dayak yiyerek muhtemelen bir daha asla evden çıkamayacak olan zat-ı alimin, kılpayı kurtardığı totosunu düşünerek, metrobüsten koşar adımlarla kaçarken, son dakikada düdüğüyle yanlış yerden karşıdan karşıya geçtiğim konusunda beni uyaran tramvay memurunun bağırışları kulaklarımda çınlamakta.
 
Bu kadar adaptasyon egzersizi bir gün için yeter diyerek dönüş yolculuğumda bulduğum ilk taksiye atladım elbette. Yaşasın trafik, yaşasın korna sesleri, yaşasın türkülerimiz, yaşasın taksideki crık crık telsiz sesleri ve tabi ki her yere geç kalmanın dayanılmaz hafifliği...

18 Haziran 2011 Cumartesi

KİTAP OKUMA ÜZERİNE MEKAN İNCELEMELERİ DENEMELERİ...

Genel yaşam mekanlarımın değişmesiyle birlikte inanılmaz bir konu zenginliği içinde buldum kendimi. Nereye baksam ''üf şimdi şu insanın şöyle oturuşundan, hatta şöyle konuşmasından ben kesin bir yazı döşenirim'' modunda, insanlara Newyork Zoo'daki görülmeye değer hayvanlar muamelesi yapmanın utancı içersinde, ama yine de, büyük bir hevesle gözlerimi açarak yeni mekanlarıma uyum sağlamaya çalışıyorum.
Son zamanlarda sıkça kullanmaya başladığım metrodaki,''Acarishwoman in İstanbul'' sakinliği ve maalesef snobluğuyla etrafı süzerken keşfettiğim durum, son derece ilgi çekiciydi benim için. Meğer bizim insanımızın kitap okuması için şehre metro gelmesi gerekiyormuş. Yıllardır yazarımız, çizerimiz aydınımız ve daha bir sürü kendini sosyal tespit üstatlığı ile konumlamış nice kişilerimiz tarafından, dünyanın kitap okuma sıralamasında son bilmem kaçlarda sürekli yer almasıyla itham edilen bir ülkede yaşamanın acısını, kitap okumayı deli gibi bir tutkuyla seven bir insan olarak ağır ağır çekerdim. Daha fazla eğitim, daha fazla modernizm, daha fazla imkan, kitaplar ucuzlamalı, kitapçılar artmalı, kitap çeşitleri artmalı, daha çok yazara destek çıkılmalı, daha fazla çeviri yapılmalı, daha, daha, daha derken işin sırrı daha fazla metro yapmaktan başka bir şey değilmiş de, biz bunu öngörememişiz.
Meğer bizim insanımız da kitap okumak için, insanların yan yana koltuklarda sıralandığı, 3'er dakikalık istasyon aralıklarıyla ''bir sonraki durak Mecidiyeköy, next station Mecidiyeköy'' anonsları eşliğinde, bir anda vınlayan ve bir anda gıcırtılı fren sesleri ile yavaşlayan o müthiş atmosferin yaratılmasını bekliyormuş.
Hatta yer bulamayıp oturamayan, ayakta olsa bile bir elinde çantası, diğer eliyle de düşmemek için bir yerlere tutunması gereken bazı insanların, herşeye rağmen mutlaka kitap okumak için, nereleriyle tuttuklarını asla anlayamadığım kitaplarını okuma mücadelelerini görünce, ''kesin yer altında keramet varmış kardeşim, bu işin de sırrı buymuş'' diye düşünmeden edemedim yol boyunca.
Oysa kitap okumayı bir tören gibi yaşayan benim gibiler için, metroda kitap okumak, bir kaç satırla daha ne olduğunu, ya da yazarın tam da ne demek istediğini anlamadan, son durağa varılacak ve varıldığında da, ''acaba inmesem de bir kaç kez Levent/Taksim arasını gidip gelsem mi, bu bölüm başka türlü bitmez!'' diye düşünülecek bir sıkıntı durumundan başka bir şey ifade etmiyor maalesef.
Kitap okumak için bulabildiği tek zamanın, metrodaki toplasan en fazla 15 dakika sürecek yolculuğu olduğuna inanmak mı bu insanlar için daha fazla üzülmeme neden oluyor, ya da ''sokağa atamayacağım bir 15 dakikam var, bari onu da kitap okuyarak geçireyim'' demeleri mi, veyahutta, ''gittim gördüm, gidemediysem de televizyonda, sinemada izledim, bu işin raconu buymuş, adam bombalamak için metroya biner, kimse ona bakmaz çünkü herkes harıl harıl kitap okuyordur, burada adet bu!'' diye düşünmeleri ve saflıkla kendilerini bu noktada batılı türdeşleri ile özdeşleştirmeleri mi, henüz çözebilmiş değilim.
Ama bu insanları kitap okurken görünce üzüldüm ben. Bir çok kişinin ''insanlar kitap okuyor diye üzülüyorsan, sen de bir acayiplik var'' dediğini duyar gibi olsam da, ne yapayım üzüldüm işte! Çıkıntılık bu ya, bu duygular olmasa yazacak şeyleri nereden bulacağım ki!
Valla en güzel kitap okunacak yerler sıralamasını da vermeden edemeyeceğim kendimce.
1. sırayı, gece uykusu öncesi, tüm günün sorumluluklarını yerine getirmişliğin rahatlığı ve kendinle bir başına kalmanın huzuru ile yatağa uzanıp, başucu lambasının yumuşak ışığı eşliğinde okumak alır benim için.
2. sırada deniz kıyısının, dalga ve martı sesinin o hiç bir müziğe değişmeyeceğim melodisi eşliğinde, (zaten ben müzik eşliğinde kitap okuyamam, ya müziğe kayar aklım kitaptan bir şey anlamam, ya kitaba dalarım müziğe kuru gürültü muamelesi yaparım) bir çay bahçesi veya bir deniz kıyısı bankı olur mutlaka.
3. sıraya da, eğer evdeysem, öğleden sonra, hatta akşam üstü keyfi diyebileceğim, kışın yağan yağmur veya puslu havanın loşluğunda bir barçak çay ve üzerimde üşümesem bile dekoru tamamlamak için sarındığım battaniyem ile bir koltukta , yazın ise açık pencerenin önünde, hafif bir esintiyi yakaladığım her anda, okumaya verebilirim sanırım.
4. sırayı çok keyifli olsa da, her an ulaşılamayacak bir durum olan uzun yolculuklara verebilirim. Ulaşım aracı araba olmadıktan sonra, -çünkü inanılmaz bir mide bulantısı araba okumalarının baş belasıdır benim için- her türlü araç içinde uzun yolda okumak dünyanın üzerinden kopmakla aynı duyguyu yaratır bende.
5. sırayı ise yine yaşanabilecek en büyük keyiflerden biri olarak görsem de, sıklığı açısından arka sıralara düşürmek zorunda kaldığım plaj okumaları alır. Denize nazır, kafamı gölgeye çakıp, bacaklarımı ise illaki güneşe vererek - bacaktan kanser olmadığıma inanmışım bir kere - kitap okumanın keyfini hiç bir mekan, aynı şekilde veremez diye düşünüyorum.
Metro mu? Aslında bu kadar takılmamak lazım, belki de herkesin kendi listesinde metro okumaları benim asla bilmediğim keyiflerle açıklanır. Ben sadece henüz bu açıklamalara vakıf değilim ne yapalım...

10 Haziran 2011 Cuma

KEŞKE YETERİNCE SEVİLSEYDİK!

Yazı yazmaya biraz meyilli insanların yazma rutinleri oluşuyor bir süre sonra. Bence bu rutinler, sanki parmak izi gibi, herkeste bambaşka bir şekilde ortaya çıkıyor. Kimisi sabah gözünü açar açmaz, gece rüyasında gördüğü diğer hayatın izlerinin tazeliği ile, kendini yazısının başında bulup yazmaya başlarken, kimisi de, şöyle bir güzel sabah kahvaltısı, ardından da sabah kahvesi ve keyfi sonrasında, oturuyor yazısının başına.
Benim yazmayla ilgili mücadelem ise hep uyku ve uyanıklık arasında oluyor. Gözlerim kapanmak üzereyken aklımdan cümleler geçmeye başlıyor, bir gayret, ''bari şu cümleleri bir yere not edeyim, uyanınca şöyle aklı salim bir kafayla yazarım'' derken, o notlar birbirini takip etmeye başlıyor. İşin en kötü tarafı ise, bu not alışlar sırasında bir türlü uykum kaçmıyor, halbuki kaçsa, ben de adam gibi notları arka arkaya sıralamak yerine, onları kendimce düzgün cümleler ile bağlayıp bir yazı oluşturacağım ve en azından kendi yazı rutinimi tarif ederken ''ben geceleri yazıyorum azizim, gündüz aklım hiç bir şeye işlemiyor'' gibi havalı ve de özel cümleler kurabileceğim.
Neyse, sonuçta geceleri uykulu notlar alan, sonra da gündüz bulduğu abuk sabuk zamanlarda o notlarla uğraşan, hatta uyku sersemi alınan notları da,  çoğu zaman ''ne alaka yahu bu şimdi!'' merak halleriyle  çözmeye çalışan benim için, böyle havalı cümleler maalesef işe yaramıyor.
Şöyle uzun uzun konuya girerken, aslında yaptığım, ''yazmak için uykuyla mücadelem'' diye aldıığım bir notun, biraz sonra yazacağım cümlelerle hiç bir bağlantısının olmadığını farkederek, bir bağlantı oluşturabilmek adına debelenme girişiminden başka bir şey değil... Notu almışım o kadar, gecenin bir körü, uyku sersemi boşa mı gitsin yani!
Yazmak istediklerim aslında şu aralar okuduğum Ece Temelkuran'ın ''İkinci Yarısı'' adlı kitabından kafamda kalan bazı ifadelerle ilgili. Bunlardan bir tanesi çok takıldı kafama bugün:
''Kimse yeterince sevilmedi çocukluğunda, çünkü insanlık henüz yeterince sevmek diye bir şeyi keşfedemedi'' diyor Ece Hanım kitabında.
O yüzden de hiçbirimizin çocukluğunun süper olmadığını söylüyor. Çok düşündürdü beni bu sözler.

Yaşadıkça ve insanları başka başka görmeye başladıkça, hepimiz arıza, hepimiz yaralı, hepimiz ne kadar eksiğiz düşüncesi uzun zamandır benim de aklımı kurcalıyor. Belki de bu içe dönüş ve arıza dedektörü durumu bu yaşlarda başlıyor. Köprüden önce son çıkış misali, arızanın bir nebze olsun giderilmesi için de son şansın diyor hayat. Daha gençken arızanı anlayabilecek kadar tecrüben yoktu, daha çok yaşlanınca da, arızanı çözecek enerjin olmayacak, ha şimdi hallettin hallettin, olmadı bir bardak soğuk suyla, hem sen, hem yakınların için oldukça zor bir yaşlılık bekliyor seni!
''Bu arızaların sebebini boşver , nasıl çözebiliriz onu düşün!'' sürecinden çıkıp, ''ya biraz da sebeple boğuşalım bakalım!'' sürecine geçişim de, benim biraz bu ''yeterince sevilmedik'' ifadesiyle gerçekleşti. İlla ki yeterince, hatta fazla bile sevildiğini düşünen arızalar vardır etrafta, onların da arızaları inkardır zaten, o yüzden gülüp geçip, bizi niye kimse yeterince sevmediyi deşmek şu anda bana çok daha enteresan geliyor:)
Alamadığımız sevgilerle, eksik kalan kişilik değerlerimiz yüzünden, yaşamın her eksiğini kendi kendine doldurmak zorunda kalan yorgun egolarımız, sonunda,  doz doz narsistler olarak etrafta dolaşmamıza neden oluyor. Yeterince sevilmek diye bir şey olsaydı acaba, bu yetişkin arızalarımız tamamen ortadan kalkabilir miydi diye düşünüyorum.
Yeterince sevilmiş olsaydık, herkese güvenebilir miydik acaba? Yaşamadığımız güvensizlik sorunlarının, yaratmayacağı zaman kaybı ve hayal kırıklıkları ile acaba çok daha yeni model bir insan olabilir miydik?
Yeterince sevilmiş olsaydık, tatminsizliklerimiz olmadan bardağın kalan boşluğunu sürekli tamamlamak uğruna deli gibi heba eder miydik kendimizi?
Yeterince sevilmiş olsaydık, korku üretmeyecek olan kişilklerimiz sayesinde, daha sakin, daha toleranslı ve kıskanmayı bilmeyen yaratıklar olarak bir tür oluşturabilecek miydik?
Yeterince sevilmiş olsaydık, kendimizi olduğumuz gibi görmeye ve kabul etmeye katlanabilir miydk acaba?
Yoksa insan asla yeterince sevilemeyecek mi? Bu da bizim üretim hatamız mı? Çünkü sevgi kendi içinde bir açlık ve bağımlılık yaratan bir şey mi? Açlık ve bağımlılık yaratan bir şeyin kendi kendine bir doyum üretmesi mümkün değil mi? Tanımlanan bir yeter noktası asla olmadığı için eksik sevgilerimizle yaşamaya mahkum üretim arızaları olarak acaba ne kadar süre kullanılabileceğiz?
Notları bağlaya bağlaya hepsini bitirmişim. Bunlardan sonra uyku galip gelmiş, iyi ki de öyle olmuş, ya olmasaydı? Ya ben sabaha kadar bu soruları sormaya devam etseydim...