7 Aralık 2010 Salı

SİZİN BEYNİNİZDE ELEKTRİK AKTİVİTESİ VAR MI?

Geçen gün bir arkadaşım zıp zıp zıplayan Joe Dalton modunda beni arayarak, şu meşhur TED konuşmalarından antropolog Helen Fisher'ın aşk üzerine konuşmasını dinlememi istedi. Bu kadar heyecanlı olmasının sebebi, sürekli küçümsediği, ilkel ve sorunlu bulduğu aşık olma halinin, beyindeki kimyasal bir süreç olduğunun, hatta bazı uyuşturucularla aynı etkiyi yaptığının, ilk ağızdan bilimsel açıklamasını gözümüze sokarak ne kadar haklı olduğunu kanıtlamaktı.
Elbette biliyoruz ki, bugün beyinlerimize takılan elektrotlarla nerede ne hissettiğimizi görebiliyoruz. Helen Fisher, konuşması boyunca aşık olma sürecinin, bizi bir yandan ne kadar irrasyonel yaratıklar haline getirdiğini anlatırken, konuşmasının bir yerinde, özellikle antidepresan kullanımının aşık olma güdümüzü sınırladığını, bu yüzden de bu kadar yaygın kullanımın, hiç de iyiyie işaret olmadığını belirtiyor. Sonra da çok can alıcı bir cümle ekliyor: ''Aşkın olmadığı bir dünya, ölü bir dünyadır''.
Bu kontrol edilemez, hatta bizi kendimizi tanıyamayacak kadar değiştiren güdünün illaki olması gerektiğini söylerken, kafamızda soru işaretleri oluşuyor. Bu soru işaretlerine en basit yanıt, aşka kafamızda oluşan bir elektrik kontağı muamelesi yapanlara, ''en azından orada biraz elektrik olduğunu bize kanıtlıyor'' demek olabilir! Ama tabi ki bu kadar basit bir yanıt kimsenin işine yaramaz...
Son zamanlarda okuduğum, çift terapisi üzerine çalışan, İsrailli psikolog Ayala Malach Pines'in bir kitabında, aşık olma süreci ile ilgili yapılan bazı araştırmalar yer alıyordu. Bu araştırmalar, öyle ya da böyle, kafamızda aşık olacağımız kişinin bir özellik şeması bulunduğunu gösteriyor. İstisnalar (psikolojik değişimler, hayat ve ilişki tecrübeleri, dönemsel ve koşulsal ihtiyaçlar, salaklıklar!) olsa bile genelde bu şemaya uyan kişilere aşık oluyoruz.
Helen Fisher da süreci ''tutku'' (lust), ''romantik aşk'' ve ''uzun süreli ilişki için bağlanma becerisi (attachment ability for longterm relationship) olarak anlatırken, her bir süreçte beynimizde gerçekleşen ışıldamaların ve hormon akışının farklı olduğunu söylüyor. Yani işin biyolojisi kadar, önemli bir kısmını da, öğrenimlerimiz, tecrübelerimiz, şartlanmalarımız ve yaşadığımız kültürün çok etkili olduğu psikolojimiz belirliyor. Bu da en azından, ''sadece beyninde havai fişekler çakan bir robottan farklı olarak'' sürece dışsal bir boyut kazandırıyor.
Ufak bir matematiksel formülle aşk konusunu çözmek mümkün!!! Evet, hepimiz psikolojimizden şekillenen bireysel aşk şemasına göre birilerine aşık oluyoruz. Ancak bu aşkın sürekliliği ve getireceği mutluluk konusunda ne kadar şanslıyız; şimdi ona bir bakalım. Öncelikle bu şemaları gerçekten işlevsel oluşturup oluşturmadığımız çok önemli!
Bunun garantisi yok, çünkü dediğim gibi, bunların oluşumu, daha bebekken annemizle kurduğumuz göz temasımızdan, yaşadığımız bir travmaya, ilişki deneyimlerimizden, çocuksu ihtiyaçlarımıza kadar değişebiliyor. Demek ki, iki seçenek var: işlevsel aşk şeması, işlevsel olmayan aşk şeması!
Bir diğer açılım ise, aşık olduğumuz kişide bizim aşk şemamızda olan özellikler gerçekten var mı, yoksa bir iki veriden yola çıkarak, biz olduğu varsayımına mı kapılıyoruz? Çünkü bu konuda aldanmak çok mümkün. İnsanlar her zaman çok açık değiller. Hatta çoğu zaman kendilerini bile kandırabiliyorlar. Bu durumda karşımıza şöyle bir açılım çıkıyor. ''Önce kendim için işlevsel şemayı bulmuş olmam, sonra da bunun o kişide olup olmadığını anlayacak kadar salak olmamam gerekiyor''. Matematiksel olarak %25 şans diyebiliriz. Bence hiç de fena değil:)
İnsanları beyindeki kimyasal hareketlerden ibaret gören bakış açısının, en çok kaçırdığı nokta, beyne yapılan dış kimyasal veya cerrahi müdahalelerle, davranışların değişmesinden yola çıkarak, bizi kontrol edilebilen makineler olarak görmesidir. Oysa, beynimizdeki bu değişimler, hayatta kendi seçimlerimizden kaynaklanan tecrübelerle hem doz olarak, hem de süreç olarak kendi kontrolümüz altında olabilir. 1989 yılında Elizabeth Gould, beynimizdeki nörönların sanılanın aksine bölünebildiğini (nörojenez) gösterdi. Üstelik bu bölünmenin en çok da, aşk gibi bizi gerçekten çok mutlu edebilecek durumlarda daha da aktivleştiği anlaşıldı. Araştırmacılar bu sebeple aşk ve intimacy (yakınlık) denen durumlarda insanların çok daha enerjik, üretken ve yapıcı olduklarını söylüyorlar. Belki de bu yüzden Helen Fisher ''aşksız bir dünya, ölü bir dünyadır'' diyor. 
Aşkın yıkıcı tarafı mı? Burada da futbol örneğini verebiliriz. Holiganların olması futbolu zararlı bir oyun yapmaz. Aşk, her insanın beyninde aynı ampulleri açsa da, aşkı yaşama tarzımız, kültürümüz, karakterimiz, zayıf ve güçlü yönlerimiz ve tabi ki %25'lik şansımıza bağlı olarak değişiyor. 
Tolstoy şöyle demiş: ''Dünyada kafa sayısı kadar akıl olduğu gibi, yürek sayısı kadar da aşk vardır''.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder