4 Nisan 2011 Pazartesi

17 YILIN ARDINDAN BİR FESTİVAL FELAKETİ....

Her şey son yıllarda ''bana bir şeyhler oluyor'' misali dellenmelerim sonucu, daha akıllı, daha bilgili, daha anarşist ve de hatta daha aktivist bir ruh haline bürünmem sonrasında, doğal olarak ve illaki bu yılki İstanbul Film Festivaline gitme kararlılığımla baş gösterdi.
Ancak uğursuz festivalin uğursuzluğu kendini başlamadan önce, hem de çoookkk acı bir tokatla gösteriverdi.

Geçen cumartesi, eşimin kendini bilime adayıp, Milano'daki bir tıp kongresine gitmesi sonucu, bu arada gideceği kongrede öğreneceklerinden çok bilumum italyan restaurant'larında neler yiyeceğinin hayalini kurarak heyecanlanması, tam da diyette olduğum bir dönemde beni deliye çevirse de, büyük bir entellektüel olgunlukla, ''sen karnını doyururken, ben de bilmem kaçıncı sanat mertebesine yükselen ve bu yolda yükselmeye devam eden sinema ile beynimi doyuracağım'' motivasyonu ile festivale ilk biletlerimi alarak programımı yaptım. Kendisi rehber olan ve tam da o gün uzun bir Kapadokya turundan İstanbul'a teşrif eden pek sevgili bir arkadaşımı da, bu aktiviteye dahil ederek uzun zamandır uzak kaldığı bu yapıcı ortama girecek olmasına vesile oldum.

Cumartesi akşamı internetten aldığım biletlerimin kağıt karton versiyonlarını ele geçirebilmek adına, Beyoğlu Fitaş sinemasına kapağı atıverdim. Cumartesi gününün coşmuş Beyoğlusunda volta atmanın keyfiyle, bekar ve çocuksuz günlerimin rolüne bürünerek, kendimi sokaklarda dolaşan yaş ortalaması 20-25 civarı gençlerin arasına kaynamış bulurken, eşimin şu anda önümdeki rizottonun tadını ve italyan şarabınıninin nefis aromasını sana nasıl anlatsam vari telefonu bile moralimi bozmaya yetmedi. Fitaş sinemasının önüne gelerek film afişlerine bakarken o anda vizyondaki filmlerin teker teker afişlerinin asılı olması ve bir tek festival filminin afişinin ortalıkla görünmeyişi, bende son derece takdir uyandıran bir onaylamayla ''vay be işte işi ticarete dökmemek diye ben buna derim, helal olsun, afiş asıp reklam bile yapmıyorlar'' tarzında düşüncelerle mutlu bir gülümseme yarattı. İnsan beyni nasıl bir oyunbaz, size her konuda gerekli argümanları sunuyor elbette...

Neyse, gişede yaklaşık üç torba dolusu 1 TLyi teker teker sayan (bunu niye gişede yapıyordu hiç anlamadım) kadına ''eyvah kabus gibi, ben şimdi soru sorucam o da kaçta kaldığını unutacak ve benden nefret edecek!'' korkusuyla yaklaşıp ''pardon'' dedim. Kafasını kaldırıp bakınca panikle ''lütfen yazın unutmayın!'' diye titrek bir sesle devam ettim. ''Ne yazayım?'' diye aval aval suratıma bakınca, ''eeehh benden günah gitti, festival biletimi alacaktım da, sizi onun için şeyettim'' dedim. ''Biletleri Atlas Pasajından alıyorsunuz'' diyerek saymaya devam etti. Hiç de nerede kaldığını unutmuşa benzemiyordu. Bu konudaki tek şaşkolozun ben olduğumu düşünerek, kadına duyduğum hayranlıkla Atlas Pasajına doğru yürümeye devam ettim. Bu arada uçağı tam 2,5 saat rötar yapan arkadaşım ise büyük bir kararlılıkla saat 21.30'daki filme yetişeceğini, en azından bunun için elinden geleni yaptığını söylüyordu. Atlas pasajına geldiğimde, gişeye yönelip ''ben festival biletlerimi alacaktım da'' dedim. Gişedeki üzügün üzgün bakan kadıncağız, ''Ah, biletler öbür gişeden satılıyor, ama saat sabah 10 ile akşam 17.00 arası yani kapandı'' dedi. ''Ama saat 19.30 ve internette film başlamadan 2 saat öncesinde gişeden alabilirsiniz diye anonsunuz var'' dedim. Kadının üzgün hali bir anda kaybolup çok eğlenir bir ruh haline jet hızıyla geçiverdi. ''Evet, film başlamadan 2 saat önce ama film haftaya başlıyor, yani 2 Nisan'da, bugün 26 Mart'' dedi. Hani bir şeyine baka baka oradan uzaklaşmak deyimi o güne kadar uydurulmamış olsaydı ben zaten benzer bir şey uydururdum. Kadıncağızın gününe neşe katmak dışında bir işe yaramayan şaşkınlığımla ilk festival golünü kendime atmış bulunuyordum. Hayır bir şey değil, festival kültürüne dahil edeceğim pek sevgili arkadaşımın da zihinsel tekamülüne ket vurmak gibi bir vicdani hesaplaşmaya da girecektim ki, güzel bir yemek yiyerek, kendisinin çok da pişman olmadığını umduğum felsefi ve politik bir muhabbetle akşamın entelektüel boşluğunu sanırım telafi ettim.

Ve sonunda beklenen an geldi. Gerçek festival günü bu sefer kime niyet kime kısmet misali, eşimin Milano dönüşü kendisini festivalde partnerim olarak bulmasıyla, soluğu yine Fitaş sinemasında aldım. Çok özenerek seçmiş olduğum ''Lizbonun Gizleri'' (ki filmi uzun süre Lizbondan Kaçış olarak aklımda tutmuşum, sebebi ilahi bir kudret, buna inanın) adlı film için kısa bir araştırma yapan eşim, filmin Imdb listesinde 8.2 puan almasından heyecanlanmasına rağmen, sırf bana bok atmak için filmle ilgili ''bugünkü gazetelere baktım görülecek filmler arasında bu yazmıyordu'' gibi yorumlarla sinirimi bozsa da, festival bülteninde aborkübüstes gibi asla adını öğrenme şansım olmayacağı bir derginin, bu filmi 2010 yılının en iyi filmi seçmiş olmasından kaynaklanan gururla, '' gazeteler ne anlarmış canım, onlar festivalin entel dantel sıkıcı ve kimsenin bir şey anlamadığı filmlerini öne çıkarıyorlar, bu film çok eğlenceliymiş'' diyerek ona hava atmaya devam ettim.

Sinema salonuna girerken insanlara bakıp ''benim zamanımda güzel kadınlar da festivale gelirdi'' gibi festivale gelme konusundaki motivasyonlarının başında sadece film seyretmek olmadığını anladığım pek sevgili eşime bir kaç tane hoş kadın bulup gösterip içini rahatlattıktan sonra, yerimize oturup bu sefer de çok önceden biletii internetten almış olmanın avantajıyla ne kadar iyi bir yerde oturduğumuza dikkat çekerek, yaptığım organizasyonun başarısıyla övündüm.


Kara felaket o anda başladı. Yanımızdaki iki kadının konuşmasına kulak misafiri olan eşim bembeyaz bir yüzle bana bakıp, ''sen filmin kaç saat olduğunu biliyor musun?'' diye sordu.''Ben hiç bir filmin kaç saat sürdüğüne bakmam, niye ki!'' diye cevap verdiğimde ''iyi halt edersin, film tam 4.5 saat sürüyormuş'' gibi bir yanıt duyunca ''yok canım yanlış duymuşsundur, 4,5 saat film mi olur'' diye önce inkar devresine geçsem de, psikolojik olarak sırayla yaklaşan duygusal felaketin 5 aşamasını yaşayacağımı anlamıştım. (inkar, öfke, pazarlık, depresyon, kabul).

Tam bu sırada bir anons yapılarak filmin senarsitinin aramızda olduğu ve kısa bir konuşma yapacağı söylendi. Saatine bakarak 21.30 olduğunu gören eşim, şimdiden sabaha karşı kaçta evde olunabileceğini, güneşin ilk ışıklarını yakalayabilirsek uzun zamandır bunun bizim için bir ilk olacağını falan söyleyip duruyordu. Yaşlı bir amca sahneye çıkarak filmle ilgili kısa bir giriş konuşması yaparak can alıcı cümleleri söyledi. ''Yönetmen bu filmi çekerken çok eğlendi, ben yazarken çok eğlendim, siz de seyrederken çok eğlenirsiz diye umuyorum''. Heyyyy be, sabaha kadar eğlence işte!!! diye biraz moral bulduysam da bunun ölüm öncesi yanıltıcı iyileşme durumundan farklı olmadığını daha sonra hemen anladım.

Film saat 22.00 da başladı.  Satta 23.00 de filmde asil ve zengin babasından gizlice, birine aşık olup onunla mektuplaşan bir kontesin üçüncü mektubuna henüz gelebilmiştik. Ben kesin kaçırdığım bir şey var, burada eğlenecek bir şey olmalı yoksa bize ters maniyer mi verdiler, filmin ne kadar acıklı olduğuna mı eğlenmemiz gerekiyor, yoksa şu soyluların kavuşamaması tiiiye alınıyor da ben mi anlamıyorum, kadın sürekli ağlıyor, yoksa burada rol yaparken arada göz kırpıyor da ben onu mu kaçırıyorum diye iyice kafayı yemek üzereyken, pek sevgili ancak sinirli eşim filmle alakasını çoktan kesmiş, en kestirme nasıl sinemayı terkedebileceğimizin hesaplarını yapıyordu. Arayı beklemeliyiz, rezil oluruz deyince de, iyice dellenip ''bu adamlar böyle bir film yapınca rezil olmuyorlar da, ben buradan çıkınca mı rezil olacağım, dayanamıyorum, ölüyorum'' vs gibi sözlerle beni ikna etmeye çalışırken, filmde ara olmayabileceğini söylemesi benim için yeterli oldu. O anda dünyadaki tüm utançları yaşamaya hazır olarak, sinemayı sağdan terketmeye meyilli eşime sola gitmemiz konusunda baskı yaparak, çıkmaz merdivenlere kadar herkesin önünden yürümek zorunda kalmamıza neden oldum ve tabi ki geri dönerek bu sefer sağ taraftan sinemayı terkederken, önden bir pire çabukluğuyla salondan çıkan eşimin arkasında, yolu kaybedip, kendini film makinesinin bulunduğu odanın önünde projektörü gölgelerken bulan ben, ''allahım şurada bir kapak açılsa ve ben bu karabasandan dışarı fırlasam!!'' dualarıyla, aynı insanlarından önünden bir kaç kez geçerek, sonunda çıkışı buldum. Çıkış kapısının önünde ''niye geciktin, yoksa karanlıkta düştün mü?'' diyen eşim, burnunun daha önce iki kere kırılmış olmasına dua etmesi gerektiğinin, yoksa sağlam bir kroşe ile kendini yerde bulacağının hala farkına varamamıştı.

Saat 12.10 da evdeydik. Eşim''Biliyor musun, film hala yarısına bile gelmedi'' dedi. Sonra korkarak başka biletim olup olmadığını sordu. ''Olmaz olur mu, bak bu filmin adı Muhbir, çok eğlenceli ve heyecanlı hem de çok zor bilet bulabildim, önümüzdeki perşembe, hem yerimizde çok iyi, valla çok iyi film, çok eğlenicez, ben özellikle seçtim, şu sıkıcı festival filmlerinden değil ama boş film de değil, zaten boş film olsa festivalde oynatırlar mı, hem eminim çok güzel kadınlar da gelecektir filmi izlemeye, yakışıklı erkekler de gelecek desem!!!........

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder