4 Nisan 2011 Pazartesi

ADİL OL, CANIMI YE:))

Dün okuduğum bir yazı (1), da Willam Godwin'e ait şöyle bir söz vardı: ''Bir insanın bir başkasına karşı davranışının hakiki ölçüsü, adalettir''.
Tabi ki, adalet kavramını oluşturan değer insanidir. Yani doğada kendiliğinden oluşmuş bir adalet kavramı yoktur. Adalet elle tutulur gözle görülür bir şey de değildir, öyleyse kriterleri insanlar tarafından belirlenen bir kavramın, bir ölçü kadar özünde somut bir söylemle, insani ilişkilerde belirleyici bir konuma gelmesi insanı tedirgin edebilir. Tıpkı demokrasinin en azından şu an için varolan en iyi yönetim şekli olduğunun düşünülmesi gibi... Aynı yazıda, Anatol France'ın da ''Hukuk, o muhteşem eşitçiliğiyle, köprü altında yatmayı, sokaklarda dilenmeyi ve ekmek çalmayı yoksullara da, varsıllara da aynı şekilde yasaklar'' sözü de son derece ironik bir şekilde geçiyordu.

Resmi hukuk kurallarını oluşturan insanların ne olursa olsun politik olmamalarını beklemek mümkün değil elbet. Dolayısıyla yargının bağımsız olması fikri zaten en başından son derece komik aslında. Yargı olsa olsa çelişik olur, yani yargı içinde birbirini denetleyen kurumlar aynı siyasi yapılardan gelmezlerse, bir çelişiklik sağlanır ve sanki ortada bağımsız bir yargı var illüzyonu yaratılarak bir çeşit ''mastürbasyon'' yapılabilir. Oysa ortada olan kaotik bir durumdan başkası değildir. Birinin kararını öbürü bozar, onun bozduğunda diğeri diretir. Yargının aynı siyasi alt yapıdan beslenen, yani fikirsel olarak daha homojen bireylerden oluştuğu bir yapılanmada ise, ne olursa olsun bu siyasi temelin dışında kalan gruplar, yargıyı taraflı olmakla suçlarlar. Niyetim politik bir yazı yazmak değil aslında. Ben yine buralardan bizim güncel, sosyal, bireysel ilişkilerimize gelmek isterken, kendimi bir anda yargı sistemi içinde kaybolmuş bulduysam, bunun sebebi, makro (toplumsal) düzeyde yaşanan yargısal olguların, mikro düzeyde (bireysel) yaşanan yargısal olgulardan çok da farklı olmadığı izlenimini edinmemdir.

Eğer adaleti kişisel ilişkilerde temel bir ölçü olarak kabul edeceksek ki, varolan koşullar altında kişisel olarak en yakın olduğum görüş bu, bu ölçünün birimlerini nasıl hesaplayacağımız konusunda ve kendi ahlaki kriterlerimizle nasıl başa çıkacağımız konusunda ciddi bir sorun yaşadığımız son derece aşikar. Elbette, bu konuya kafa yormayan, kendi adaletini dünyanın adaleti sayan insanlar çoğunlukta olduğu için, bu debelenme durumu pek bir şey ifade etmiyor. Ama kişisel ruh sağlığım açısından, bu şekilde debelenmek yine de bana iyi geliyor:))

Ortaya kesin kurallar koyarak adaleti tanımlamak, bir şekilde bireyi yok ediyor. Zaten düzen için de, bireyin yok olması gerekiyor. Dinlerin ve devletlerin yapmaya çalıştıkları da özünde bu, ancak birey biraz kafayı sıyırıp, ''ya bi dakka, yaaa, şunun şurasında bir sıkımlık ömrümüz var, onun da içine etmeyin, hem bu ömrü değerli kılma illüzyonu içinde, maddi manevi binlerce alternatif yaşam modeli karşıma çıkarıyorsunuz, hem de koyduğunuz ahlaki, dini, siyasi kural ve kanunlarla tepeme biniyorsunuz, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu'' isyanına gark olduğunda, ortalık birdenbire karışıp, ayıkla pirincin taşını durumuna hepbirlikte düşüveriyoruz.

Öyleyse ölçü ne, din mi, ahlak mı, vicdan mı, kanun mu, kimin kanunu, kimin ahlakı, kimin dini, kimin vicdanı... Böyle bir karmaşa içinde orman kanunlarıyla işini gören insanı yargılamak kime düşer ki...Sanırım hukuk felsefesi olarak bu soruların belli yanıtları, göreceli olarak elbette, vardır da, uygulamaya kalkıldığında, insani ilişkilerimizde felsefi teorileri fazla kaale almadığımız gibi bu tarz hukuksal sorgulamaları da kaale almadığımız ortada.

Yine bireysel ilişkilerimize dönersek, belki de insanlardan en fazla bekleyebileceğimiz en azından kendi adalet anlayışlarında tutarlı olmaları olabilir. Yani en azından kendi adalet anlayışlarını herkese eşit uygulamayı becerebilirler. Burada sevgiden söz etmiyorum. Sevdiğimiz veya duygusal olarak yakın olduğumuz kişilere karşı daha toleranslı olabiliriz. Aynı hatayı (bize göre) yapan iki kişi arasında, duygusal bağımız olanlarınkini daha yumuşak karşılayabiliriz, ama hata değerlendirmesi yaparken bunun bilincinde olmak, bu hatayı yapan iki kişinin de eşit olduğunu ortaya koymak, kendi duygusal zayıflık ve zaaflarımızla yüzleşmek, ''yapılanın farkındayım ama söz konusu o olduğu için tolerans gösterdim'' diyebilecek dürüstlüğü ve samimiyeti göstermek bana belki de bu işin püf noktası gibi geliyor. Çünkü söz konusu iki davranış aynı olduğunu göre göre, duygusal bağlarla, kişileri değil, davranışları birbrinden ayırıp değerlendirmek belki de gerçek adalaletsizlik. Çünkü burada insanın kendi kendisine yalanı başlıyor.

Sonuçta en uç örneği vermek gerektiğinde, çocuğunun katil olduğunu öğrenen bir anne bunu tolere edebilir ama çocuğunun katil olduğuyla da yüzleşir. Belki de bu şekilde sevmek çok daha zordur ama yine de becerilebilir. Ya da çocuğunu öldüren kişiyi öldürmek isteyebilir insan veya bunu eline fırsat geçse yapabilir, ama yine de her noktada idam cezasına karşı olabilir. Sevdiğimiz insanların normalde olumlamadığımız davranışlarına tolerans gösterebiliriz. Ama bu o davranışları benimseyip yüceltmek noktasına geldiğinde, adalet duygumuz sapmış demektir. Bu değişim değildir, bu sevilenin adaletimizi yeniden yapılandırmasıdır ki, belki de en büyük tehlike, adaletimizin bizden başkası tarafından şekillendirilmesidir. Kendimiz yaptığımızda bile işin içinden çıkamıyoruz, bir de başkasının sistemiyle, bu fanatizmin içinde kaybolur gideriz.

Adil olmak, karanlıkta yön bulmak gibi. Biraz sezgisel belki de. Ama bir yanda da referans noktalarını kaybetmemekle de ilgili. İnsanın sonuçta en önemli kişisel ilişki ölçütü, ''bu kararı verirken adil miydim?'' sorusuna, kendince dürüst yanıt verebilmesi sanırım. Sadece kendi kendine, kimse olmadan adil olup olmadığını itiraf edebilmesi.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder