22 Eylül 2010 Çarşamba

YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN; YA DA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL; HEM SEVME, HEM TERKETME, YA DA HEPSİ:))

Yolumuzu aşktan açmışken, son zamanlarda Elif Şafak'ın ''Aşk'' romanını okudum. Ben ergenlik döneminde, herkesin yaptığını yapmadığım zaman daha farklı ve değerli olduğumla ilgili bir yanılsama edinmişim. O yüzden herkes gider Mersin'e ben giderim tersine tarzı bir düsturla, yıllarca kendimi farklılaştırdığımı düşündüm. Çocukluk işte! Şimdilerde bu biçimsel farklılığı aştığımı düşünsem de, halen bazı konularda etkilerini görüyorum. Mesela bu ''Aşk'' kitabında olduğu gibi. Çıktığı gün bir furya ile herkesin elinde dolaşan bu kitabı bir türlü almadım, ''herkesin okuduğu kitaptan ne olur ki!'' diyerek, bir de farkımı koyduğumu sandım. Aradan iki yıl mı, üç yıl mı ne geçti, bilmiyorum, bu yaz bu kitabı okudum sonunda. Yani benim de diğer insanlardan bir farkım yokmuş! Ama bunun sürekli başıma kakılması gerekiyor arasıra ne yapalım!

Gelelim kitaba...
Okuyanlar bilirler, Şems ile Mevlana ilişkisini, günümüzde geçen bir aşk hikayesi ile bağlayıp anlatıyor roman. Öncelikle şu günümüzde geçen aşk hikayesi, ben de şu soruları gündeme getirdi:
40 yaşındaki kadınlardaki aşk arayışı olmazsa olmaz bir psikolojik bozukluk mu? Tarihsel boyutu göz önüne alındığında, her kadının kırk yaşında hissettiği bu şey, psikolojik saçma bir dönem mi? O zaman bu konuyu es geçip, insan psikolojisi ve hatta tıp uzmanlarına devretmek gerekiyor. Yani bebeklik gibi, çocukluk gibi, ergenlik gibi, yaşlılık gibi, ''kırklık'' da bir süreç diyebiliriz. Ellilere gelince geçiyor.
Bunun böyle olması için, mesela, 1930'larda da, 1750'lerde de, hatta 1340'larda da kırkına gelmiş kadınlarımızın, birden kafalarına saksı düşmüş gibi, ''bir dakika ben aşk istiyorum, yaaa!!'' demiş olmaları gerekiyor. Bir zaman makinemizin olmaması ne kötü!

Yoksa bu iş, son yüzyılda kadınların farkındalıklarının artması, aile sisteminin çuvallaması, kısaca, kadınların gözünün açılması sonrasında, aile baskısı ve öğretiler sonucunda yapılan mutlak evliliklerin etkisiyle, kadının kurtuluş olarak romantizmi araması mı?

Eğer ikinci şıksa, bu durum gitgide ağırlaşıyor ve sıklaşıyor diyebiliriz. Bizim, algıda seçicilik misali kendi dünyamıza yakın gördüğümüz bu süreçler, eğer pıtrak gibi tüm dünyalara yayılmışsa vay halimize diyebiliriz. Sistem de çatlak var, birilerinin sıvaması gerekiyor:)

İşin bu kısmı bir yana, asıl söz etmek istediğim ise ''Aşk'' kitabının ana temasını oluşturan Şems ve Mevlana ilişkisiydi aslında...
Bir Sufizm manifestosu olarak karşımıza çıkan romanda, Şems'in, yazarın dilinden ifade edilen sözde 40 kuralı, bir ara o mail'den bu mail'e, o muhabbetten bu muhabbete dolaşıyordu. Bu kuralları okuyunca ''bu nasıl bir hümanizm yarabbi! İnsan bu kadar da mükemmel olabilir mi!'' diyesim geliyordu ama, gel gör ki, romanın bu karizmatik kahramının en uzak olduğu şey de bu hümanizmmiş aslında! Tanrıyı, tüm canlıların suretinde görmek adına söylev çeken Şems'imizin, maalesef sevgilisinden başka bir tek değer verdiği, anlamak istediği pek kimse yokmuş. Herkes nedense onunla, Mevlana arasına girmiş detay engellermiş ve onları birer birer aşması gerekiyormuş. 
Ne Mevlananın eşi, ne çocukları ne de etrafındaki insanlar (dostları, öğrencileri) - insan olarak normal zaafları olan bu karakterler - gerekli empatiyi ve anlayışı göremiyorlar Şems'den. 
Aşk adına, daha doğrusu Mevlana'nın kendisine duyduğu aşk adına, herşeyden vazgeçmesini sınamak için, olmadık isteklerde bulunduğunda, ne sevgilisinin duyduğu rahatsızlık, ne de feda ettikleri onu ilgilendirmiyor. ''Bakalım ''aşk'' için (benim için) daha ne kadarını yapabilir?'' diye sınav üzerine sınav koyuyor.
Kendi yalnızlığında, Mevlana'yı da eritmeye çalışıyor, oysa Mevlana'nın o güne kadar iyi, kötü, köklü, köksüz bir çok ilişkisi var ve bunlar sevdiği bu adamın geçmişini, karakterini, deneyimlerini, iyiliklerini ve kötülüklerini oluşturuyor. Değiştirmeden sevmeyi beceremiyor Şems maalesef. Oysa ilk görüşte ışığıyla büyülendiği adam, o adam olabilmek için bütün geçmişinden beslenmiş ve o güne gelmiş ama bu yetmiyor Şems'e.
Sonra da ezberlemiş gibi bu kuralları sayıyor döküyor, peki bir tek allahın kulu da demiyor mu:
''Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!''

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder