8 Eylül 2010 Çarşamba

VEZİR DE OLURSUN, REZİL DE:)))

Son yıllarda yapılan bir çok psikolojik araştırma insanın düşünce ve davranışları arasında bir uyum olduğu zaman mutlu olduğunu ortaya çıkarmış. Bunlardan biri diğerinden farklıysa, sebebi ne olursa olsun, insan birinden birini seçerek diğerine uyduruyor.
Bu süreç bazen bilinçli karar verişler ve farkındalık ile, bazen manipülasyon dediğimiz dış yönlendirmelerle, bazen de farkındalık dışı doğal veya tesadüfi koşullar ile gerçekleşiyor. Okul, eğitim ve sistem, genel olarak düşünce düzlemi belirleyip, bireylerin bu düzlem çerçevesinde davranmalarını sağlarken – ki özellikle toplumsal ahlak burada çok belirgin öne çıkıyor - sık sık karşılaştığımız tarikat, topluluk, kıyafet, cemaat ritüelleri, davranışları belirleyerek düşüncenin oluşmasına yardımcı oluyor.
Bunlar istisnasız örnekler değil elbet ama mutluluğu arayan birey düşündüğü gibi yaşamayı veya yaşadığı gibi düşünmeyi tercih ediyor.


‘’Belli davranışları oturtursak, belli kıyafetleri giyersek, belli şekilde selam verip belli şekilde el sıkışırsak vs. bu davranışların temsil ettiği düşünce sistemini de benimsemeye başlarız’’


Genelde belli amaçlar doğrultusunda oluşturulmuş cemaat, grup,tarikat yapılanmalarında bir strateji olarak gördüğümüz bu yöntemin birey seviyesinde çok daha basit ve sık rastlanan bir yapılanması var.
Aslında sonuçta mutluluk hedefi olduğu için insanın bir savunma mekanizması olarak geliştirdiği bu yöntem, ibresinden şaştığında insanı nasıl bir benmerkezciliğe götürüyor inanamıyorsunuz: ‘’Rasyonalizasyon’’ dan söz ediyorum. Tam çevirmek gerekirse, mantığa uydurma, mantığa büründürme gibi söylesek de, aslında bana kelimenin tam da karşılığı gibi gelmiyor bir türlü bu çeviri...


Bulunduğumuz koşulları, verdiğimiz kararları, isteklerimizi her zaman belli bir mantıkla açıklamak ihtiyacımız var ve bu mantık bizim kültürümüzle, karakterimizle, öğretilerimizle ve ideallerimizle de çok fazla çelişmemeli. Bu da tabi ki her zaman mümkün olmuyor, çünkü insan maalesef su değil girdiği kabın şeklini kolayca alamıyor. Bir yerlerden ittirip, bir yerlerden kısmak, bir yerlerden zorlayıp, bir yerlerden açmak gerekiyor. Bu konuda da en büyük yardımı ‘’rasyonalizasyon’’ dediğimiz sihirli değnekten alıyor. Hani azı karar çoğu zarar durumu var ya, tam da onun gibi bir şey rasyonalizasyon, bize bizim ne olduğumuzla ilgili biraz yol gösterir gibi oluyor ama şakacı bir cin misali, çok inanırsak da kaybolmuşluğumuzla dalga geçiyor.
Kendi sübjektif dünyamızda kendi kendimizi kandıra kandıra ilerlemeye başlıyoruz. Tek hedef ise idealize ettiğimiz mutluluğumzun bozulmaması. Bu korku ile elimize geçen her gerçekçi veriyi ise, insana özel dil ve anlam kurguları ile istediğimiz şekle sokuyoruz. Tıpkı becerikli ve yetenekli hatipler gibi. Onlara ne sorarsanız sorun, cevabı bilseler de bilmeseler de, size ikna edici bir yanıt vereceklerdir. Kendi aklımızda becerikli bir hatip gibi çalışıp bize duymak istediklerimizi söylüyor.
Kendi tuzaklarımıza düşüp, kendi yalanlarımızı yaşamaya başlıyoruz. Ta ki, bir gün yaptıklarımızla gerçekte düşündüklerimizin - aklımız bizi kandırmadan önce - aynı olmadığını görünceye kadar. Bu sefer de başlıyor keşkeler...

Bu durumda rasyonalizasyon bazen bizi vezir de ediyor, rezil de ediyor… Duygu bunun neresinde derseniz, o bu sürecin her yerinde belki de...
Bazen kafayı bir yerlerden çıkarıp ben buradayım diyor, bazen de sinsi sinsi kapı arkasından gülüyor.
Duygunun bütün bu süreçte nerede olduğuyla ilgili daha ciddi! ve de bilimsel bir yazıyı bundan sonraki yazımda paylaşacağım, ve Descartes'ın yanılgısıyla biraz da ben kafa bulacağım:)))

2 yorum:

  1. "...Kendi tuzaklarımıza düşüp, kendi yalanlarımızı yaşamaya başlıyoruz. Ta ki, bir gün yaptıklarımızla gerçekte düşündüklerimizin - aklımız bizi kandırmadan önce - aynı olmadığını görünceye kadar. Bu sefer de başlıyor keşkeler..."

    Tutarlılık mı demeli tüm bunlara acaba? İçimizle dışımızın bir olması hali... Çelişkisiz insan olmaz ama en azından özde tutarlılığın o ritmine ulaşmak biraz önemli galiba.

    Bu sanırım ancak dışsal etkilerden biraz olsun uzaklaşıp kendi kendinle kalarak ve en anlamlı/derin/hakiki konuşmalarını yine kendinle yaparak mümkün olabiliyor. Tabi bir yandan da gerçekten kendini yaşamaya karar vermekle; empoze edileni, dayatılanı, toplum tarafından meşru görüleni değil...

    Bu yıl 30 yaşıma giriyorum. yeni bir on yılın hayatıma bunların farkındalığıyla geliyor olması, 20'lerin özellikle son yılının, yaşamımda kendi özüme ulaşabilmek için müthiş dersler armağan etmiş olarak çıkıyor olması, kendi adıma gördüğüm büyük bir şans. 'Ben neyim ve neyi istiyorum, bütün dışsal etkiler bir yana, tek başına zeren hayatını ne yaparak mutlu geçirebileceğini düşünüyor' sorularının cevapları herkes için biraz cesaret gerektiriyor aslında, benim için de öyleydi. O cesareti bulabildiğim için -üstelik fazla da geç olmadan- mutluyum:)

    yazılarını merakla ve keyifle bekliyorum:)

    YanıtlaSil
  2. Ne guzel yazmis zeren. Ben de onun icin mutlu oldum. Diger sesleri kisip ic sesini duymak, sonra dikkatle dinlemek ve derinlerden gelen en cirkin, en kotu duygularin bile gozunun icine bakabilmek ciddi cesaret ve duygusal ciplakligi goze almayi gerektiriyor. Ancak bu sekilde aklimizin bize oynadigi oyunlarin farkina varabilir ve daha derinlerde kok salmadan onlardan kurtulabiliriz.

    Yazin giderek iyilesiyor. Ve bence bu da ciplakligi goze almak ve giderek daha derinlere inmekle mumkun. Iste bu yuzden yazmak "therapeutic" yani ruha iyi geliyor, onu onariyor.

    YanıtlaSil