18 Temmuz 2011 Pazartesi

BALKANLARIN FETHİ

Bu yaz tatilinde kendimizi bir balkanlara atıverelim dedik. Atış ki, ne atış, Kanuniyi kıskandıracak bir fetih ordusuyla, çoluk çocuk, yetişkin 10 kişilik bir grup, Saraybosnaya uçmadan önce, aylar öncesinden rezervasyonunu yaptırdığım minibüsümüzün yerinde yeller estiğini haber veren ''talihsiz'' bir telefon konuşmasıyla, bir bilinmeze doğru havalandık.
 
Saraybosnaya indiğimizde organizasyonu yüzüne gözüne bulaştıran şahsımın, ''üzerime gelmeyin, yoksa size patlarım!'' misali gergin duruşundan olsa gerek, herkes çil yavrusu gibi dağılarak kendini bir ''rent a car'' ofisinin başında buldu. Ama nafile! Bırakın 10 kişilik bir minibüsü, 5 fili bir volkswagen'e nasıl sığdırırsın sorusunu yanıtlamaya bile fırsat vermeyecek bir durumda kalarak, ''0'' araba ile allahın unuttuğu bir havaalanında şaşkın şaşkın kaldık.
 
Neyse ki durumumuza acıyan, yaklaşık 2m boyunda, 1m eninde  bir Hyundai rent a car görevlisi,  - adamın görünüşüne göre ''ben sizi istediğiniz yere sırtımda götürürüm'' demesi, bize araba bulmasından daha yüksek ihtimaldi - dışarda henüz yeni teslim edilmiş, çöp içinde bir arabayı alabileceğimizi, bu arada bir arkadaşını arayarak da, bize bir haftalığına, henüz araba mezarlığına verip vermeme konusunda tereddütte kaldığı arabasını, kiralamak isteyip istemeyeceğini sorabileceğini söyledi. Bu teklif elimizdeki tek teklif olduğu için üzerine atladık. 
 
Gelen ikinci arabanın parasını peşin ödeyip, - muhtemelen adamcağız arabanın bir haftayı tamamlayabileceğine pek inanmıyordu ve bizden hurdacıya arabasını satmak için isteyeceği parayı istedi - yola koyulduk. Sorunu çözmüş olmanın rahatlığıyla kendini şoför koltuğuna atan bendenizin, her zamanki gibi'' yurt dışında kilometre yapma rekorumu ne kadar arttırabilirim acaba?'' merakıyla gevrek gevrek sırıtırken, Saraybosna şehir merkezine geldiğinde gördüğü manzara ile bütün neşesi kayboldu.
 
Tüm evlerin kurşun delikleri ile delik deşik olduğu bir şehirde, keyifli vakit geçirmenin pek de mümkün olmadığını anlamak uzun sürmedi. Bu iyi bir şey mi, değil mi, bilmiyorum, bir şeyleri hep hatırlamak hayatın devam etmesini engelliyor mu, yoksa o izleri silmek yaşananları unutup değersizleştirmek, anlamına mı geliyor, işte onu tam da orada, insanların günlük hayatlarını devam ettirdikleri evlerine bakarken bayağı düşünüp işin içinden çıkamıyorsunuz.
 
Bu bunalım halimiz, çocuklara kısa bir tarih dersi verdikten sonra, şehri terkederken kayboldu. Hatta yola çıkalı henüz bir saat olmuşken, yol kenarında gördüğümüz dizi dizi kuzu çevirme restoranlarından birine dalınca tamamen eski neşeli tatilci fetih moduna dönmüş olduk. Tatilin ilk yemek mucizesini yaşadığımız,- sonraki yemeklerin hepsinin birer lezzet ve fiyat mucizesi olacağını bilmiyorduk henüz, tüm yemeklerin pizza hut'ın yiyebildiğin kadar ye,10lira öde, öğlen promosyonları misali, yiyebildiğin kadar et ye, balık ye, deniz ürünü ye, şarap iç, bira iç, bir çimdik ödeme şeklinde  olmasıyla bir şölene döneceğini anlamamıştık - restorandan çıkıp, 500 m ilerleyip, polis tarafından çevrildik.
 
En fazla 70-80 km civarı hızla gittiğim için, içim çok rahat bir şekilde polis amcalara gülümseyerek bakarak, ''pardon sizi yanlış durdurmuşuz, buyrun devam edin''diyeceklerini düşünürken, ''hız sınırını aştınız 150 ile 300 euro arası cezanız var''' lafını duyunca, önce kuru kuruya bir yutkundum. Arabadaki erkek nüfusun hepsinin, restoranda rakı diye yutturdukları brendileri içerek zil zurna sarhoş olmalarından dolayı, tüm şirinliğimle polise fazla hız yapmadığımı, sadece 70 civarında gittiğimi söylediğimde, adamın bana hız sınırının bulunduğum yerde 40km olduğunu söylemesi ile ''dalga mı geçiyor, burası şehirlerarası yol değil mi yahu, yoksa burası adamların şehirleri de, apartmanlar dağların arkasına mı saklanmış'' diye düşünürken, bu işin içinden nasıl sıyrılacağımız konusunda bayağı endişelendim. Tam o sırada arabadaki dişi kuvvetlerden biri yardıma gelerek, tüm şirinliği ile 10 euro'ya bu işi halledebileceğimizi polise söylediğinde, bugüne kadar trafik polisiyle yaptığı bütün konuşmaları ''ama kocam doktor!'', diye bitirerek, polisi sinir etmek dışında, hiç bir başarı elde edememiş biri olarak, ona yok artık çüş! bakışı fırlattım ama, polisin ''peki ama bundan sonra hız yapmayın, tamam mı!'', demesi, bir de üstüne, ''biz Türkiyedeki polisleri biliriz, bizi onlarla karıştırmayın'' diye eklemesi, bende tam bir alacakaranlık kuşağı etkisi yarattı.
 
Cezadan 10 euro ile yırtıp kendimizi Mostar kentine, saatte 40 ile 60 km arasında bir hızla giderek tam 2, 5 saatte atmış olduk.
 
Köprünün savaş sırasında yıkılıp, sonra Macar dalgıçların nehirden orjinal taşları çıkartması sonucunda tekrar yapılmış olması, bizi yine o garip hüzne boğarken, ''yeter artık yahu, tatile geldik!'' diyerek silkinip kendimize gelebildik.
Kendimizi Hırvatistana attığımızda, arabaların hala çalışıyor olması, diğer arabayı kullanan ve göz doktoru olan arkadaşımızın hırvat polisinden, sınıra yaklaşırken, ''körmüsün kardeşim bak, police yazıyor, bak sınıra 20m yazıyor, bak yavaşla yazıyor gibi tacizlerine maruz kalmasıyla, dengelenerek bizi iyi bir ruh haliyle Split'teki otelimize kadar idare etti.
 
Sonrası, deniz, doğa, yemek, yine deniz, yine doğa, yine yemek şeklinde geçen bir tatilken, arada Türkiye'den gelen, kim hapse girdi, kim çıktı, kim şike yaptı, kim yapmadı, oh bizimkiler yapmamış, sizinkiler yapmış geyikleri ile renklenip, arada pardon Hırvatistandayız di mi, yanlışlıkla Japonyaya gelmedik di mi, bu kadar japon şaka di mi, şaşkınlıklarıyla sürerken, Dubrovnik'e inmeyi becerdiğimizde de, karşılaştığımız Türk nüfusun buraya Bodrum muamelesi yaptığını görerek bayağı eğlenceli geçti.
 
Üstelik Ezel, Binbirgece ve Asi dizileriyle bizi bağrına basan Hırvatların, dizilerin gidişatları ile ilgili, bizi sorgu yağmuruna tutmalarından dolayı, bayağı havaya girerek, CERN deneyinin sonuçları üzerine biraz sonra açıklama yapacak, dünyanın bir numaralı fizikçileri edasıyla, ''azzz sonra'' vurgularımızı da yapmadan edemedik.
 
Bu arada muhteşem doğası olan bu dalmaçya kıyılarındaki tüm kentlerin, küçük kalelerle çevrili olduğunu gören çocuklara, kaleleri, savaşları anlatmak bayağı zor oldu. Özellikle illaki ''içerdekiler mi iyi, dışardakiler mi?'' diye soran küçük kızıma, bazen içerdekilerin dışarda, bazen de dışardakilerin içerde olabileceğini anlatmak, bunu anlayamadığımız için hala savaşların devam ettiğini söylemek, kısaca bu dünyada yüzyıllardır coğrafyalar değişse de, herşeyin aynı şiddetle yaşandığını anlatmak gerçekten de bayağı zor ve moral bozucuydu.
 
Son bir kaçamak yaparak kendimizi Karadağ'a atıp, orada yüzyılın garsonu Branco ile tanışmamız ise gezinin bonusuydu. Kendisinin bir garson olarak muhteşem olması, kızlarımın etlerini kesmelerine yardım etmekten tutun da, tüm yemekleri bir laboratuar çalışanı titizliği ve özeni ile açıklaması ve sunması, güler yüzü ve becerisi, ingilizleri çatır çatır çatlatacak kadar mükemmeldi. Tüm bunlara ek olarak, bir tarih profesörü becerisiyle, bizlere Karadağ ve Sırbistanın neden ayrı iki ülke olarak ayrılmak zorunda kalışını, açıkça Amerikaya geçirerek anlatması ise yaşanması gereken bir tecrübeydi.
 
Son olarak gezi sırasında tanıştığımız bir Makedonya göçmeni olan Muzaffer bey ve ailesinin bizi neredeyse evlat edinecek düzeyde yoğun olan misafirperverliklerini, mümkün olsa Hırvatistanın herhangi bir yerinden ayağımıza uçak, tren, araba, gemi göndererek mutlaka evde ağırlamak istemelerini ve bu duyguyu yaşamanın orada nasıl bir keyif olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
 
Tatil güzel, tatil arkadaşları güzel, dalmaçya kıyıları güzel, macera güzel, eve dönüş güzel, savaş kötü, acılar kötü, adaletsizlikler kötü, faşizm kötü, şike kötü...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder